'Doğu-Batı' Ayrımının Ötekileştirici ve Öznesizleştirici Varoluşsal Şidd

xxxx1

Önceki yazıda, dünyayı, "Doğu-Batı" şeklinde karşıtlaştırıcı, indirgemeci algılama biçimin, felsefî açıdan ne kadar sorunlu, öznesizleştirici, ötekileştirici, varoluşsal şiddet üretici, çarpık bir algılama biçimi olduğunu tartışacağımı söylemiştim.

Batı sivilizasyonu dışındaki hiçbir medeniyet tecrübesi kendisini "Batı", "Doğu" gibi niceliksel coğrafya terimleriyle tanımlamıyor. Bu tür bir niceliksel tanımlama biçimi yalnızca Batı uygarlığına özgüdür ve yalnızca Batı uygarlığı için geçerli olabilir. O yüzden, sözgelişi, Çin Medeniyeti, kendisini, tarihi boyunca, "Doğu" medeniyeti şeklinde, niceliksel bir coğrafya terimi ile tanımlamamıştır hiçbir zaman. Aynı şey, Batı sivilizasyonu / uygarlığı dışındaki bütün diğer medeniyetler için de geçerlidir.

Batı uygarlığının dünyayı, Batı-Doğu diye ikiye ayırıp, kendisini merkeze yerleştirerek tanımlaması bizi iki temel felsefî açmazla karşı karşıya bırakıyor.

Burada karşımıza çıkan birinci felsefî açmaz, "Batı-Doğu" tanımlaması ve tasniflemesi, hatta karşıtlaştırması, "Batı"nın doğrudan ne'liğini ve kim'liğini ifade ettiği için Batı'yı açıkça özneleştirirken, "Doğu" terimi ile kim ve ne kastedildiği hiçbir zaman açık ve net olmadığı için, "Doğu" olarak tanımlanan bütün bir Batı-dışındaki dünyayı öznesizleştiriyor, nesneleştiriyor.

Burada karşımıza çıkan ikinci ve daha önemli felsefî açmaz ise şu: Batı uygarlığının kendisini "Batı" gibi bir yön veya coğrafya kavramı gibi doğrudan niceliğe işaret eden bir kavramla tanımlamasının nedeni, ontolojik güvensizlik duygusu ile malul olan Batı uygarlığının epistemoloji üzerinden kurulan, varolan, hükümran olan, hükümranlığını koruyan bir uygarlık olmasıdır. Epistemoloji üzerine kurulan bir uygarlık, amaçlar veya normları değil, araçlar veya formları önceleyecek, hatta kutsayacaktır kaçınılmaz olarak.

Buradaki yakıcı sorun, bunun kaçınılmaz sonucu olarak Batı uygarlığının amaçları devre dışı bırakması, araçları kontrol ve kolonize etmeyi amaç hâline getirmesidir. Yani araçlara veya formlara bizatihî bu araçlarda ve formlarda -mahiyetleri gereği- aslâ bulunmayan birer "zât" (cevher, öz) fonksiyonu veya anlamı yüklemiş olmasıdır. Ki, bu, bugün insanlığın eşiğinden geçmekte olduğu, adına Batı uygarlığının çağdaş çocukları, düşünürleri tarafından "araçsal akıl" denilen semantik cinayetin ya da metafizik felâketin başlıca nedenlerinden biri, belki de birincisidir.

Heidegger gibi düşünürlerin, Batı uygarlığının temel sorununun, "düşünmeyi unutmuş olması" olduğunu söylerken dikkat çektiği varoluşsal felâketin kaynağı da yine araçların veya formların amaç ya da norm hâline getirilmesi, yani araçlara ya da formlara kendilerinde aslâ bulunmayan niteliksel anlamlar yüklenmesidir.

İşte artık yalnızca Batılıları ilgilendirmeyen, Batı uygarlığı bütün dünyada küreselleştirildiği, hükümfermâ kılındığı için bütün insanlığı da ilgilendiren bu felsefî sorunların kökeninde, Batı uygarlığının epistemoloji (eşyanın, araçların, formların mahiyeti, daha çok da fonksiyonelliğine ilişkin bilginin edinilmesi, bu bilginin meşrûiyeti ve daha çok da nasıl edinilebileceği, geliştirilebileceği, çoğaltılabileceği, doğa, eşya, insan ve diğer varlıklar üzerinde bu bilgiyle nasıl hâkimiyet kurulabileceği problematiği) üzerinden kurulmuş olması, hâlen de epistemoloji üzerinden işliyor ve işlevsel kılınıyor olması gerçeği (ya da açmazı) yatıyor.

Burada yuttuğumuz ikinci "zoka" ise şu: Batı sivilizasyonu dışındaki bütün medeniyet tecrübelerini, yalnızca özelde modernliği, genelde ise pagan Batı tecrübelerini açıklamak için kullanılabilecek "sivilizasyon" kavramıyla tanımlamaya, ifade etmeye çalışıyor olmamızdır.

Oysa ister modern, ister klasik olsun Batı dışındaki dünyanın bütününün gerçekleştirdiği hiçbir medeniyet tecrübesini, "sivilizasyon" kavramı ifade edemez; buna nefesi yetmez "sivilizasyon" kavramının.

"Sivilizasyon" kavramı ile "medeniyet" kavramı arasındaki varoluşsal farklılığı anlayabilmenin en iyi yollarından biri, medeniyet kavramının dayandığı "medine" kavramı ile sivilizasyon kavramının dayandığı "city", "urb/anity" gibi temel kavramları hem etimolojik, hem semantik, hem de tarihî olarak arkeolojik bir okumaya tabi tutmaktan geçiyor.