Gerçek nerede, biz orada

xxx78

'Gerçek' ile 'çarpıtılmış gerçek' ve 'yalan' arasında sanıldığı kadar keskin ayrılımlar yoktur; özellikle de olayların medyaya yansıdığı alanda... Gazete ve televizyonlarda bize 'gerçek' diye sunulan düpedüz 'yalan' da olabilir, 'gerçek kılığına sokulmuş yalan' da... Medya, isterse ve özel çaba gösterirse, gerçekleri ters yüz etmekte çok etkili bir araca dönüşebilir.

Bunun örneklerini tarihin derinliklerinde aramaya gerek yok. George W. Bush ve yönetimi Amerika'yı Irak'ta savaşa sokmak istediğinde, medyayı kullanarak, bütün dikkatleri 'kitle imha silâhları' ve 'yıkıcı etkileri' üzerinde yoğunlaştırdı. Bir de, 11 Eylül saldırıları ile Saddam Hüseyin arasında doğrudan ilişki kurulmasını sağladı Bush ve etrafındakiler...

Amerikan halkının neredeyse yarısı 11 Eylül saldırılarının arkasında Saddam Hüseyin olduğuna ve Irak'ta kitle imha silâhları bulunduğuna bugün bile inanıyorsa bunu medya sağladı. 11 Eylül'de uçaklara binen 19 Arap yolcunun hiçbiri Iraklı değildi oysa; ABD ordusu Irak'ta kaldırılmadık taş bırakmadığı halde tek bir kitle imha silâhı bile bulamadı.

“Ya bizdensiniz, ya da düşman” tehdidiyle taraf olmaya sevk edilen Amerikan medyası, Pentagon'da oluşturulan 'yalan birimi'nin yönlendirmesiyle ülkeyi binlerce gencin hayatını kaybedeceği, şu ana kadar 1 trilyon doların üzerinde bir kaynağı yok etmiş çılgın bir savaşa hazırladı.

Herkesin nasibini aldığı büyük ekonomik kriz biraz da savaş bütçesinin eseri...

Politikacılar ve askerler ABD'de medyanın resmî çizgiye uygun yayınlar yapmasını istediler. Aykırı yayınlar yapan, yalanların üzerini açan, gerçeklerin çarpıtılmasına karşı çıkan yayın organları ve yazarların göğüs gerdikleri zorluklar hepimizin belleğinde. Bir de şimdiki tabloya bakalım: Resmî çizgiye uygun yayın yaptıkları için itibarlarını kaybetmişler yavaşça ortadan çekilirken, zorluklara rağmen doğru bildiklerini yazmaya, gerçekleri haberleştirmeye devam edenler Amerikan basınında ön plana çıkıyorlar...

Seymour Hersh gibi My Lai katliamını deşifre ettiği (1969) Vietnam Savaşı'ndan beri 'toplumun vicdanı' olmuş gazeteciler bugün de resmî çevrelerin üzerini örtmeye çalıştığı gerçekleri eşeleyip ortaya çıkarmaya devam ediyorlar. (Bizde 'toplumun vicdanı' türü sıfatların resmî görüşe birebir uygun yıpratıcı yayınlar yapanlar için kullanıldığı garipliğine de bu arada işaret etmiş olayım.)

Elbette tersi de doğrudur bu tablonun: 'Gerçek', 'çarpıtılmış gerçek' ve 'yalan', yalnızca resmi çevrelerin zoru veya yönlendirmesiyle medyaya yansımaz; medyayı kullanan başkaları da ülke çıkarlarına aykırı politikalarını yaygınlaştırmak için aynı yönteme başvurabilirler. Öyle durumlarda medya bir yabancı ülke hesabına çalışan 'beşinci kol' durumuna dönüşebilir pekâlâ.

O durumda ne yapmak gerekir?

Yapılabilecek tek şey, bilerek veya bilmeksizin yanlışa sevk edilenlerin haber ve yorumlarındaki 'çarpıtılmış gerçekler' ile 'yalanları' sapasağlam 'gerçek' bilgilerle yüzleştirmektir. Dün Genelkurmay'daki bilgilendirme toplantısında kullanılan üslupla. Bunu yaparken yalana ve çarpıtmaya asla başvurmamak şartıyla... Gerçeklerin mutlaka ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır çünkü.

Vietnam Savaşı sırasında Nixon, Irak'a savaşa hazırlanırken Bush, “Herkes yerini seçsin” diyorlardı bağırarak; itibarına düşkün Amerikalı gazeteciler gözlerini kırpmadan yerlerini 'gerçeklerin yanı' olarak belirlediler her durumda. Şimdi bizde de askerler ve politikacılar “Herkes yerini seçsin” uyarısında bulunuyorlar; ne diyorsunuz, 'gerçeği' bir tarafa bırakıp onlar istedi diye farklı bir yerde mi saf tutalım?

Yazılanlar yalansa, gerçekler çarpıtılıyorsa, dosdoğru gerçeği dinlemeye ve yazmaya hazırız.