Güvercin Suyuna Bulgur Pilavı…

Sezai ÇİÇEK
Sanırım ilkokul birinci sınıfı bitirip, ikinci sınıfa geçtiğim yılın temmuz ayıydı. Hatırladığım kadarıyla o yıl birinci sınıfı ben ikinci kez okumuştum. Nasıl oldu anlamış değilim, sınıfta karneler dağıtılmış benim karnem verilmemişti. Gerçi birinci sınıfı okuduğumu söylememe rağmen, o eğitim döneminden zihnimde kalan tek bir kare dışında herşeyi de unutmuşum. Öğretmenimiz herkesin karnesini verdikten sonra bana “sen birinci sınıfı tekrar okuyacaksın” demişti. Acaba ben sınıfta mı kalmıştım yoksa o dönemde yaşım sebebiyle okula kaydım mı yapılmamıştı!
 
Neyse konu bu değil tabi. Bizim memlekette o zamanlar (yaşımızın yarıdan fazlası gurbet diyarlarda geçtiği için, şimdiki durumu da bilmiyoruz ya!) gençler yaz celbinde askere alınırdı. Yaz celbi denilen asker alma dönemi ise sanırım temmuz yanın sonu, ağustos ayının başları idi.
 
O yıl yani 1973 senesinin yaz celbinde bizim kasabada askere gidecek 20 civarında delikanlı olduğu söyleniyordu. Bunların çoğu, silah altına alınacakları günden yaklaşık bir ay önce grup halinde gezmeye başlar, hatta bir davulcu bulup onun eşliğinde eğlenirlerdi. Nedense çoğu kere sadece yanlarında davulcu olur, ama sadece bazı günlerde onlara zurnacı da eşlik ederdi. Genel olarak her gün gruptan birinin evinde akşam yemeği için misafir olunur, bazan da gençler amca, dayı yahut teyze ve hala gibi yakın akrabaları ve kimi zaman da komşuları tarafından yemeğe davet edilirlerdi.
 
Aynı celp döneminde birlikte askere gidecek olanlar bu eğlenceler başlayınca birbirlerine “tertip” diye hitap etmeye başlardı. Hatta askerliklerini tamamlayalı neredeyse 45 yıl olmasına rağmen 1973 celp döneminde dayımla askere gidenlerden bazılarının bugün bile birbirlerine aynı şekilde hitap edenleri hatırlıyorum. Nereden mi biliyorum? Nereden olacak dayım birisinden bahsederken (mesela Ramazan Koç’un oğluna halen tertip der) öyle diyor da oradan biliyorum!
 
Askere giden gençlerden bir kaçı eğlence ve gezmelerine diğerlerinden önce başlar ve grubu çekip çevirirlerdi. Bazı gençler ilk hafta ortada gözükmezken ikinci haftadan itibaren gruba katılır, grup üçüncü haftadan itibaren mutlaka çoğunluğu sağlamış olurdu. İçlerine en son katılan gençler ise çiftçi olan ailelerinin tarlasında sabah ezanında önce başlayıp yatsı namazı sonuna değin süren işleri sebebiyle geç katılırlardı.
 
Askere gönderilen bu gençlerin köylük yerdeki bu programları o günün şartlarında bir nevi sosyalleşme olayıydı zaten. Zaman zaman türkü şarkı söyler, zaman zaman da davul eşliğinde eğlenirlerdi. Bu topluluk bazı günlerde kırlarda piknik (o tarihte piknik diye bir kelime günlük hayatta en azından bizim gibi köylerde yaşayanlar arasında bilinmezdi) yapar, bazı günlerde ise yıllar önce askerliğinin tamamlayan bir orta yaşlı komşuyla birlikte, davul zurna eşliğinde halay çekerlerdi. Askere gidiş günü yaklaştıkça eğlenceye gelenler çoğalır, en sona kalan bir ya da iki kişinin ailesi ise “çocuğu arkadaşlarından ayırıyor” diye “ayıplanırdı".
 
Toplu halde gezen grubun o tarihlerde meşhur olan bir türkü ya da şarkıyla eğlenirken, birisi söyler diğerleri de adeta koro halinde (bilen de bilmeyen de) müzik parçasına eşlik ederdi.
 
Hatta Çelebi Abinin “Barabar, barabar, barabar. Ölek ölek ölek barabar” şeklinde nakaratı olan bir türkü söylediğini dün gibi hatırlıyorum.
 
Asker namzetlerinden bir ikisi yemeğe katılmamışsa bu kez de (ki yemeğe katılamama ailelerin tamamı çiftçi olduğu için tarlada yapılan çalışmadan kaynaklanırdı) gıyaplarında onların anne babalarına kızılır, “çocuk iki gün sonra askere gidecek hâlâ yakasını bırakmıyorlar” diye eleştirilirdi.
 
İşte 1973 celbinde bu minvalde askere gidecek bir grup içerisinde küçük dayım da vardı. Hatırladığım bir akşam yemeği daveti de dedemgilin evinde verilecekti. Her iki dayım da aynı evde oturuyordu. Daha doğrusu o tarihlerde evlenenler hemen babalarının evinden ayrılıp kendilerine ayrı ev açmadıkları için biri ilçede, diğeri aynı mahallede ikamet eden iki dayımı saymazsak diğer dayım dedemin avlulu evinin ikinci katında oturmakla birlikte aynı evin ahalisi gibi üç öğün aynı sofrayı paylaşıyorlardı.
 
Neyse, gelelim asıl konuya. Grubun askere gitmesine sanırım bir hafta on gün gibi bir zaman kalmıştı. O gün ikindi vakti henüz olmuş ve dedemde muhtemelen ikindi namazı için camiye gittiğinden evde bulunmuyordu. Avlulu kerpiç evin misafir odasında dayım arkadaşlarıyla oturuyordur diye girdiğimde Burhan dayım yoktu ama üç arkadaşı oradaydı.
 
Bunlardan birisi odanın penceresini açmış ve av tüfeğini harman yerine doğrultuyordu. Oda kapısını açmamla birlikte bana doğru başını çeviren “avcı” sanki birisinden saklanırcasına, hiç vakit kaybetmeden, dışarıda buğday döküntülerini yemekle meşgul olan yüzlerce güvercine doğru nişan alıp ateş etti. Odada bulunanlardan sadece Musa abiyi hatırlıyorum. Tüfekle ateş eden ile yanında bulunan arkadaşı kimdi acaba?
 
Güvercinlere en yakın olan bu odaya ne zaman girdiklerini bilmediğim üç kişinin ikisi pencereye yakın Musa Abide onların biraz gerisindeydi. Ben hernasılsa odaya girdiğim esnada tüfekle güvercinlere nişan alınıyordu. Anladığım kadarıyla dışarıda zulada bekleyen iki kişi de yaralanan güvercinleri kimse görmeden almak için harman yerine koşmuşlardı.
 
Benim odaya girip güvercinlere tüfekle ateş edildiğini fark etmem üzerine, Musa Abi hemen sağ elinin işaret parmağını dudaklarına doğru götürüp bana sus işareti yaptıktan sonra, “Sezai sakın burada gördüklerini kimseye söyleme. Yoksa seni asarlar” dedi.
 
Bu cümle dışında aramızda herhangi bir konuşma geçmedi ve ben kendi evimize döndüm. Tabi bu “seni asarlar” cümlesinden ne anladım ya da ne kadar etkilendim bilemem. Lakin uzun yıllar bu olaydan kimseye bahsetmediğimi düşündüğümde, söylenen sözün bende, beklenen etkiyi fazlasıyla yerine getirdiği anlaşılıyordu.
 
İşte o günün akşamında bizim eve, yufka ekmekle örtülmüş şekilde üzerinde güvercin eti bulunan bir tabak bulgur pilavı getirildiğini hatırlıyorum.
 
Tabi bu olaydan yıllar sonra, (tahminen 20 sene geçmişti) şimdi rahmetli olan Musa Abiye hadiseyi anlatıp, güvercinlere tüfekle ateş edenin kim olduğunu sormuştum. Musa Abi o gün yaşananları çoktan unutmuş olmalı ki, yüzünde hafif bir gülümsemeyle “Sen bunu nereden biliyorsun” diye sorduğunda kendisine, yedi yaşında iken şahit olduğum hadiseyi anlattığımda şaşırmıştı. Ancak o da güvercinlere ateş eden arkadaşının kim olduğunu unuttuğunu ifade etti.
 
Şimdi aradan bunca zaman geçtikten sonra nereden mi aklıma geldi güvercin pilavı. Geçen hafta sabahleyin işe giderken, aynı asansörle birlikte indiğimiz ve otoparktaki aracını benden 10 saniye önce hareket ettiren komşumuz Hakan Bey, otomobilini aniden yolun sağına yanaştırarak durdu.
 
Araçlarımız arasında 10 metre kadar bir mesafe olduğu için ben de yavaşladım haliyle ve acaba ne oldu diye düşünürken, bir güvercinin hızlıca yürüyerek bize doğru geldiğini fark ettim. Güvercin korkusuz bir şekilde ama hızlıca yürüyordu. Sonra araçlarımızı hareket ettirip otoparktan ayrıldık. Ben ilkokul öğrencisi olan kızımı bizim eve yakın bir yerde olan okuluna bırakıp tekrar otoparka geldiğimde, Hakan Bey telefonla arayıp, güvercini görüp görmediğimi sordu.
 
Kendisine apartmanın otoparkına geldiğimi ama ortalıkta güvercin falan görmediğini söyledim. Meğer komşum, hızlıca yürüyüp yanımızdan geçen (ve kanadı kırık olduğundan uçamadığını anlamadığım) güvercini, kedilerin takip ettiğini fark etmiş. Bir iki dakika sonra gelip güvercini neredeyse kedilerden kurtarmış. Daha doğrusu kendisi öyle diyor! Şimdi güvercini balkonlarında bir kutunun içerisinde besliyormuş. Ben iki gündür, “O güvercini keselim de suyuyla bulgur pilavıyla pişirelim" diyorum ama bir türlü ikna olmuyor.
 
Acaba kendisi güvercini tek başına mı yemek istiyor bir türlü anlayamadım gitti.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.