İNANMAK BEDEL İSTER -2-

Naim ÖZGÜNER

Naim ÖZGÜNER  03 Mart 2013 Pazar 

Serdar ile Ayşe Bayram, evliliklerinde dördüncü yılı doldurmuşlardı. Bir gece ansızın hazırladıkları plana göre kaçacaklardı. Önce Fransa üzerinden çıkmayı denediler. Serdar kendi arabasıyla Fransaya geçti. Arkadan gümrü ğe çocuğu ile birlikte Ayşe geldi. Gümrükte ki polislerin telefon muhabere sinden sonra babası bir hışımla gelerek aklına ne geldiyse söylemeye başla dı. Ayşe artık kendini firenleyemedi ve: “Baba artık peşimizi bırak. Bak sen bir din adamısın. Senin iyi şeyler düşünmen gerekiyor” dedi. Babası o kadar öfke doluyu ki: “Sana ne yapacağımı bilemiyorum. Keşke ölseydin. Ben herkesi hıristiyanlığa davet ederken benim kızım Müslüman oluyor. Toplumun içerisine nasıl çıkacağım? Beni hiç mi düşünmüyorsun?” diye rek Ayşe yi azarladı. Ayşe babasının bu kızgınlıkla evlatlık haklarını kestiği ni belirttiğini ifade ederek geri döndüklerini anlattı.

Artık ne yapıp edip Türkiye ye kaçacaklardı. Ama nasıl? Ayşe ile Serdar oturup bir plan hazırladılar. Serdar tanıdığı bir tır kamyonunu ayarlar. Ban kada ki paraları çekerler. Kendilerine lazım olacak ufak tefek eşyalarını da topladıktan sonra bir gece yola çıkacaklardır. Ancak çocuk ve Ayşe güm rükten nasıl geçeceklerdir? Bunun için de bir plan hazırlarlar. Banyo küve tini ağzına kadar sıcak su ile doldurduktan sonra tırın stepne olarak kullanı lan boş lastiğini sıcak suya atarlar. Lastik hem yumuşamış, hem de biraz genişlemiştir. Daha önce yaptırdıkları demir kalıbı beşik şeklinde lastiğin içerisine soktuktan sonra küçük Abdullaha bol miktar uyuşturucu hapı ver dikten sonra lastiğin içerisine yerleştirirler. Sıra Ayşe ye gelmiştir. Ayşe de boş bir tv kolisinin içerisine girer ve diğer eşyalarla birlikte tırın kasasına yerleştirilir..Gerisini Ayşe nin kendi ağzından dinleyelim:

“Gümrüğe geldiğimizi yapılan aramalardan anladım. Benim içerisinde bu lunduğum kolinin üzerine kristal kül tablaları ve iskambil kağıtları vardı. Görevli bunların kaçak olup olmadığını sordu. Bu arada içerisinde bulun duğum koliyi fark etti serdar kolinin içinde siyah beyaz tv olduğunu söyle yince arama ihtiyacı hissetmediler. Gümrük maceramız çileli de olsa mutlu sonla tamamlanmıştır. Artık hedefimiz ikinci hayatımın başlangıç yeri olan Ankara ya gitmekti.

Türkiye ye giriş yaptıktan sonra bütün meşakkatlere rağmen o kadar sevin miştim ki anlatamam. Çünkü yeni dinimin kaynağını eksiksiz yaşandığı ye re gelmiştim. Etrafımdaki her kes Müslüman olacaktı ve bana İslamın ta dından kana kana ikram edeceklerdi. Kocam İstanbula geldiğimizi söyledi ğinde hayretlerimi gizleyememiştim. Çevremde gördüklerimle Almanya yı birbirinden ayıran iki unsur vardı. Biri dil, diğeri çok uzaklarda gözüken minareler. Bunun dışında her şey Almanya da kinin aynısıydı. Yollarda so kaklarda Renate gibi giyinen kadınları gördükçe hayretlerim bir kat daha artıyordu. Bunların Müslüman Türk olup olmadıkların Serdardan soruyor dum. Çünkü benim, kitaplardan yarım yamalak ta olsa okuduğuma göre İslam da kadının bu şekilde giyinmesi yasaklanıyordu. Serdara yine sor dum: “Peki bu Müslümanlar kitaplarda yazıldığı gibi niye giyinmiyorlar?” Cevabı: ‘Dinimizde zorlama yoktur’ oldu.”

Ankara ya gelinir ve eldeki birikmiş paralarla büyük bir manifatura dükka nı açılır. Güzel de bir ev satın alınır. Umduğunu bulamamanın burukluğu nu yaşayan Ayşe yine de her şeyden ümidini kesmemiş, araştırmalarına devam etmektedir.

Yıl 1979. O sırada Türkiye de 12 Eylül dönemi karmaşası yaşanmaktadır. Olaylardan Serdarın dükkanı da nasibini alır. Bir gece kimliği meçhul şahıs lar tarafından dükkan kundaklanır ve ne var ne yok hepsi kül olur. Dük kanları yandıktan sonra bir kuruş bile paranın kalmadığını belirten Ayşe Bayram, tek çarelerini söylüyor: “Oturduğumuz evimizi ve eşyalarımızı satarak Kayseri Erkilet Kasabası Taşan köyüne geldik. Kayınpederimizin yanına yerleştik. Ancak o adamcağız da kıt kanaat geçiniyordu. Biz de onunla birlikte tarlada çalışmaya başladık. Bir süre sonra kayınpederim vefat edince kocamın analığı bizi yanında barındırmak istemedi. Çünkü köyde “Gavur kızını gelin getirmişler” gibi dedikodular oluyordu. Diğer yandan kocamın Almanya da yanında iş verdiği arkadaşlarının gelip “Sen bu hallere düşecek adam mıydın?” sözleri kocamı iyiden iyiye yıpratmış, papyon, kravat taktığı günleri düşünerek değişik komplekslere girmeye başlamıştı.

Düşündük, bir çıkar yol bulamayınca Boğazlayan yolu üzerinde tarihi Çokgöz köprüsünün karşısında Kızılırmak ın yanında bulunan mağaralara taşınmaya karar verdik. Ve hemen birkaç parça malzememizi alarak mağa ralardan birine yerleştik. İlk bölümü dört yıl sürecek olan taşdevir hayatı mız böylece başlamış oldu. Ne yiyecek bir dilim ekmeğimiz, ne de bir par ça katığımız vardı. Bu arada Türkiye de doğan çocuklarımız büyümeye başlamış, ilk çocuğumuz Abdullah ta okul çağına gelmişti. Bizim oturdu ğumuz mağaranın hemen yakınlarında bir başka mağarada da bir hacı am ca yaşıyordu. Herkes ona deli diyordu. Ama o tam bir Allah dostuydu. Bazı günler oturup onunla dertleşiyor, tüm benliğimi saran İslamın güzel derinliklerine iniyorduk. Kocam çevrede ki köylerde harman işlerine gidip, karşılığında bulgur, buğday ve un getiriyordu. Ben de köyden getirdiğimiz bir merkebin üzerine koyduğum heybenin içerisine küçük çocuklarımı bin diriyor, birlikte tezek toplamaya gidiyorduk. İnancım adına yaşadığım bu hayattan, bütün meşakkatlerime rağmen o kadar memnundum ki anlata mam.”

Ayşe Bayram mağarada yaşadığı günleri anlatırken, gittiğimiz o belde de gözyaşlarını tutamıyor ve: “O kadar güzeldi ki burada bir toprak, bir ben bir de Allah vardı. Boş kaldığım her fırsatta O’ nu düşünme ve tefekkür etme fırsatı buluyordum. Mağaranın önünde bazı yerleri kazdım ve oralara ufak tefek gücüm yettiğince domates soğan gibi bir şeyler ektim. Artık ma ğara hayatına alışmıştık. Namaz vakitlerini güneş ile takip etmek bile bana zevk verirdi.” Dayanamıyoruz ve Ayşe hanıma soruyoruz: “Peki, Alman ya da ki hayatınız hiç gözünüzün önüne gelmiyor mu? Bütün bunlara ta hammül ederken geride bıraktığınız maddi varlığınız hiç düşünmediniz   mi?” Gelen cevap, bir tokat gibi yüzümüze iniyor: “Siz maddi varlıkları varlıktan mı sayıyorsunuz? Allahtan ve O’ nun sevgisinden daha büyük bir varlık, daha zevkli, daha büyük bir kaynak olduğuna mı inanıyorsunuz yoksa?” doğrusu ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Karşılıksız bağış ve yardım kabul etmiyor, hayatı olduğu gibi yaşamaya çalışıyordu. Nefsimize bir nis pet, sabrımıza bir mihenk taşı olarak dimdik ayakta karşımızda oturuyordu Ayşe hanım.

Bir gün Serdarın bir yakın arkadaşı bulundukları mağaraya gelerek en azın dan Kayseri şehir merkezine yakın bir yerde oturmalarını, kendisinin bura da küçük bir arsasının bulunduğunu, ve buraya bir gecekondu yaparak otu rabileceklerin söyler. Gelir, yere bakarlar. Ama oraya taş koyacak para yoktur. Hemen arsasının kenarında bir yerde günlerce uğraşarak bir mağa ra kazarlar. Ve buraya taşınırlar. Artık şehre biraz daha yakınlaşmışlardır. Bir süredir de bu mağarada oturaktadırlar ve çocuk sayısı dört olur. Mağa ralarının yanına yeni ağaralar kazarak misafir odası ve ihtiyaç deposu gibi yerler de yapmışlardır. Ama Ayşe hanımın çilesi bitecek gibi değildir.

Bir gün mağarada otururlarken mağaranın üst kısmı kocasının üzerine gö çer ve 1990 yılında kocasını kaybeder. Artık dört çocuğu ile birlikte bir mağarada yapa yalnız kalmıştır. Ayşe hanımın ağzından dinleyelim: “Almanya dan babam ansızın çıktı geldi. “Kızım seni artık buraya bağla yacak hiçbir şeyin kalmadı. Kocan da öldü, çocuklarınla kaldın. Haydi Almanya ya dönelim. Dinini yaşayacaksan orada yaşa. Daha da olmaza annenin İspanya sahillerinde önünde Portakal bahçeleri bulunan villasını sana verelim, orada kal” dedi. Hiç düşünmedim bile bir anda cevabımı verdim: “Olmaz!” Çünkü babam bizi götürecek, çocuklarımı Hristiyan Katolik olarak yetiştirecekti. Buna asla gönlüm razı olamazdı. Çünkü ko cama çocuklarımı Müslüman olarak yetiştireceğime dair söz vermiştim. Hani sizde Ahde vefa diyorlar, işte o sebeple babamı reddettim.”

Kocasının ölümünden sonra Ayşe hanım, işleri bir kat daha artmış, zorluk lar üst üste binmişti. Bulundukları çevrede kıt kanaat geçinen insanlardan oluştuğu için onların da yapacak pek fazla bir şeyleri yoktu. Bir gün kom şularından biri bir süt sığırı hediye etti. Sığır günde üç kilo süt veriyordu. Hem süt içiyorlar, hem d satıp ekmeklerini alabiliyorlardı. Sığıra öylesine değer veriyorlardı ki kendi kaldıkları mağaranın bir köşesinde ona da yer vermişlerdi. Ancak umulmadık bir anda sığır da öldü. bu arada çevreleri de biraz daha genişlemeye başlamıştı. Çocuklarını nüfusa kaydettirmek için müracatta bulundu. Bu müracaat onlar için yeni bir çıkış kapısı oldu. Ayşe hanım bu olayı da şöyle anlatıyor: “Müracaatlarımız üzerine polisler kaldığımız mağaraya araştırmak için geldiler. Bir tanesi bizim o halimizi görünce bizimle yakından ilgilenmeye başladı. Kızım Zeynep’i alarak bir yatılı Kur’an Kursuna verdi. Bizim içinde kalacak yer konusunda epeyce gayret gösterdi. Polisin tayini çıkı ve gitti. Bazı hayır sahipleri bize kalabi leceğimiz kadar bir ev yapıp verdiler. Mağara hayatımdan küçük bir hatıra mı size anlatmadan geçemeyeceğim. Artık bizde topluma yavaş yavaş ka tılmaya başlamış olduğumuzdan bazı ev toplantılarına gidiyordum. Orada yanımda oturanların, üzerimde kokan nemli mağara kokusundan nasıl et kilendiklerini gözlemliyordum. Tam on üç altın yıl mağarada geçmiş ve artık noktalanmıştı.”

Not: Ayşe hanım 1952 doğumludur. Büyük oğlu Abdullah Şırnakta vatani görevini yaptı. Kızı Zeynep Kur' an Kursunda hafızlığını tamamladı. Diğer iki oğlu Esat ve Ömer de tahsil hayatlarını sürdürüyorlar. Röportaj: Hasan Ünver, Yeni Bizim Aile, Sayı 72, Şubat 1996”

e-mail: naimozguner81@gmail.com / Zihin Mentolü / Yazar