Kaynayan Kurbağa

Erhan BAĞ

Genellikle kavrayış ne denli fazlaysa yanılma da o ölçüde fazladır; Zekâ ne denli fazlaysa akıl o ölçüde azdır.

1984 Romanından /George Orwell

Atalarımız ve onların devirlerinde yaşayan kadim toplulukların, doğal bir yaşam tarzı vardı; o devirlerde çeşitli zorluklara ve sorunlara hayatın normal akışı içinde yaklaşılırdı. Daha sonra sömürgecilik, büyük ihtilaller ve sanayi devrimi geldi; bunlar kazancı ve harcamayı doğal olmaktan çıkaran süreçler başlattı. Bu dönemde yaşatmaya dönük olmayan bir kazanma ve harcama sistemi geliştirdiler. Kazancın ve servetin belirli bir zümrenin elinde toplanması için ana ihtiyaç maddelerinin fazla üretilmesi ve stoklanması yanında lüks malların (yaşatma derdi olmayan, ihtiyacı gidermeyen şeylerin) icat edilmesi, üretilmesi ve pazarlanması gerekiyordu. Sonrasında bütün bu işlerin sağlam kazığa bağlanması ve sürdürülebilir olması için bilimin, politikanın, sivil toplumun ve eğitimin topyekûn olarak sermayenin emri altına girmesi kaçınılmaz oldu; büyük savaşlar ve devrimler, dağılan sermaye ve bilginin belirli ellerde toplanması sonucunu doğurdu. Özellikle ihtilal-i Kebir (1789 Fransız İhtilali) sonrasında çok yoğun bir şekilde bilimcilik (Scientism), akılcılık (Rasyonalizm), insancılık (Hümanizm), milliyetçilik (Nasyonalizm), özgürlükçülük (Liberalizm) ve dünyeviliğin (Sekülerizm) etkisi sermaye hakimiyeti altında yayılmaya başladı.

Birinci Büyük Savaş ile Dünya egemenliği düşüncesi büyük sermayeyi elinde toplayanların ana fikri oldu; sermayecilik (Kapitalizm) bütün kurum ve kurallarıyla dünyanın köşe bucağındaki devletlere sirayet etti. İkinci büyük savaştan sonra ise artık devletlerin ve milletlerin bağımsızlık arzuları ve bağlantısızlık istekleri anormal bir durum ve hastalık gibi görülmeye başlandığı dönemdir. Bu dönemde illa bir pakta bağlı kalmak ve mutlaka küresel çapta (yetkin olmak üzere kurgulanmış ve kurulmuş) teşkilatlara bağlanmak zorunluluğu ortaya çıkarıldı. Tabii olarak bu da aynı şekilde sermayenin dayatması ile gerçekleşebilmiş bir olaydır. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF, Dünya Sağlık Örgütü, NATO, Varşova Paktı vs. gibi onlarca yapılanmanın hemen tamamı 2. Dünya Savaşından sonra ortaya konulmuş insanlık ailesinin elini kolunu bağlamak amacındaki icatlardır.

Son yüzyılda yapılan her ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, bilimsel çalışma belirli bir yaklaşım tarzı ile yürütüldü. Gerek devletlerin kuruluş mantaliteleri gerek kadim medeniyetlerin ayakta kalma çabaları ve gerekse bunların içinde yaşayan milletlerin yaşayakalma mücadeleleri hep bir metot, bir model, bir yaklaşım çizgisi içinde gerçekleşmiş hadiselerdir. İşte bu yaklaşım tarzı büyük savaşlar, devrimler ve çeşitli kırılmalarla dönem dönem değişikliğe uğramış ve bu saydıklarım vb. konuların gidişatında köklü değişikliklere sebep olmuş, tabiri caizse kurallar her turnuvada ev sahibi takımın kazanacağı şekilde değiştirilmiştir.

Bu uzun peşrevin asıl sebebi bilim insanlarından düşünürlere, ekonomistlerden siyasilere, sanatçılardan kanaat önderlerine kadar birçok etkili ağızdan sıkça duymaya başladığımız bir kavram: Paradigma! Nedir bu? Sözlükte buna basitçe “yaklaşım” anlamı verilmiş... Buna göre her türden bilimsel araştırmaya, sosyal hadiseye, sorunlara, çözümlere, gelecek kurgusuna ve düşüncelere “yaklaşım tarzımız” bizim paradigmamız oluyor. Paradigma, bir şeyin nasıl üretileceği, birtakım sorunlara nasıl çözüm bulunacağı, değerlerin ve ana sermayenin nasıl korunup geliştirileceği, yeni ufuklara yelken açabilme konusunda yaklaşım tarzı örneği veya model olan değerler dizisini ifade ediyor. Bu kapsamda kişilerin, kurumların, şirketlerin, toplulukların ve cemiyetlerin gündeme ve geleceğe bakış açısını, ön kabullerini ve yargılarını belirleyen temel ölçüt paradigmadır.

Günümüz dünyasında iddia edilenler dayanaktan yoksun, lakırtıdan ibaret, geçici şeyler mi, yoksa bilimsel bir dayanağı olan genel geçer somut veriler mi diye yokladığımızda çoğunluğun tercihi bilimsel olandan, bir dayanağa sahip olandan yanadır. Öte yandan “ bilimsel yaklaşım tarzı”nı önemli ve bariz niteliği “güncel ve evrensel” olmasıdır. Evrensellik ilkesine göre yöresel delillerin, ispatların ya da kişisel dayanakların, inançların bağlayıcılığı yoktur. Böylece şimdiki genel anlayışta iddia edegeldiğimiz bir şeyin, tuttuğumuz yolun, benimsediğimiz iş tutuş şeklimizin her coğrafyada karşılık bulması için bilimsel olması yetmez; aynı zamanda evrensel de olma zorunluluğu vardır.

İrfanınıza sunmak istediğim şey, bilginin güncellenmesi kadar elde edilme ve paylaşılmasında kullanılan dilin, metodun, yaklaşımın da evrensel ve güncel olma zorunluluğunu bugünkü gelişmelerden sonra kabullenmek zorunda olduğumuz gerçeğidir.

İster ekonomik meseleler, ister siyasi tercihler, ister eğitim mantalitesi, ister aile kurumunun korunup geliştirilmesi, ister milli hassasiyetler, ister küresel siyasi-sosyal gelişmelere yaklaşım olsun, Dünyada olup biten ne varsa her biri küreselleşme rüzgarından doğrudan doğruya etkilenmektedir; ve bu etkileşim, özellikle internetin hâkim iletişim aracı olmasından bu yana akıllara durgunluk verecek düzeye erişmiş bulunmaktadır. Artık bir ülkeyi tanımak için o ülkeye bizzat gitmeye, bir eşyanın ne işe yaradığını öğrenmek için üretildiği fabrikayı ziyaret etmeye, bir yatırım yapmak için uzak diyarlara uçmaya, bir kitaba erişmek için aylarca beklemeye hacet olmadığını bilmeyen yok. Oturduğumuz yerden bilgiye ve eşyaya ulaşabilir, hatta sevdiğimiz birine sanal ortamdan kavuşabilir olduğumuza göre bunların insanların anlam dünyasında yaptığı değişimleri de göz önünde bulundurmak bir mecburiyet halini aldığının bilinci önemlidir.

O halde “Dijital ekonomik düzenin kırbacı” sosyal medya tesiri ile yaşam tarzlarının yeni yeni biçimler kazandığı bir çağda mütemadiyen “yeni bilgi” nin yönlendirmesi altında olduğumuzun fevkalade farkında olmalıyız. Blockchain mantığının, yapay zekâ teknolojisinin ve metaverse dünyasındaki gelişmeler hayatın tüm alanlarını hızla kuşattığının bilincinde olmayan kişi ve toplulukların kaynayan kurbağa sendromunu yaşayacaklarını söylemek aşırıya kaçmak olmasa gerek. Nedir “kaynayan kurbağa sendromu?”: Kurbağa kaynar su dolu bir kazana atılırsa ani şok ile suyun dışına atlar; oysa aynı kurbağayı soğuk su dolu bir kazana bırakıp suyu yavaş yavaş kaynatmaya başlarsanız, önce tatlı bir rehavet gelecek ve sonrasında kurbağa yavaş yavaş kendisini bekleyen acıklı sonun farkına varamadan eriyip gidecektir.

Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve eğitim meselelerine çözüm getirmek ve yeni ufuklara yolculuk için öteden beri denediğimiz metotların bize sağladığı fayda ölçülebilmelidir. Kişilere, olaylara, gelişmelere, sorunlara, girişim ve atılımlara yaklaşım tarzımızda kafa yapımıza format atabilmenin olağanüstü bir kırılma olmasını beklemeden gerçekleşmesi aklın gereği bir karardır. Üretmek, çözmek, paylaşmak ve başarmak için bakış açımızı, iş tutuş şeklimizi, ana mantığımızı, yaklaşım tarzımızı esnek bir tarzda değiştirebilmeye açık olmak bir cesaret kararıdır. Bugünün dünyasında “ben bunu bilir, bunu söylerim” devrinin kapandığını kabul edip etkili sonuçlar için etkili modeler tasarlamanın önemini görebilmek lazım.

“Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemek, delilik belirtisidir.” Albert Einstein

*Bu yazıyı beğenip faydalı bulduysanız sosyal medya hesaplarınızda paylaşıp daha çok kişiye ulaşmasına katkı sağlayabilirsiniz. İlginize teşekkür ederim.

Faydalı linklerim:

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/717436

http://www.felsefetasi.org/paradigma-degisimi-kaymasi/

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/439734

https://tr.wikipedia.org/wiki/Evrensellik

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1081395

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.