Muharebe ile asıl savaş

xxx65
Hasan Bülent Kahraman iki yazıdır "önemli bir tahlil" yapıyor...
"Erdoğan-Doğan tartışması"nı büyük bir çatışmanın, "Anadolu-İstanbul meydan muharebesi"nin, "Anadolu ve İstanbul burjuvazileri kapışması"nın, "rant ve paylaşım savaşı" nın zirvesi olarak değerlendiriyor.
Bunu daha ayrıntılı tartışmaya çalışmak isterim ben de.
Daha sonra.
Seri yazıları tamamlanınca.
Şu kadarını söyleyebilirim.
Bir çatışmayı, sadece çatışmaya bakarak anlayamazsınız.
Esas açıklayıcı olabilen çoğu zaman "uzlaşma"dır.
"Çelişki"nin hakikaten "devrim"e mi yol açtığı, yoksa "devrim" sanılanın içinde yeni bir denge olmakla birlikte, "sınıfsal tahakküm"ün benzer biçimde yeniden üretimi manasına mı geldiği, hangi harbi çelişki karşısında "büyükler"in uzlaştığıdır.
İçeride ve dışarıda, Anadolu'da ve İstanbul'da mutabık kalınan temel nedir?
Çatışma halinde dahi esas mutabakat zemini, esas sağlam ve ortak sahne nedir? Kimlere karşı ve neden yanadır?
Ve sistem eninde sonunda neyi yeniden üretmek, kimlere sürekli hükmetmek üzeredir?

Fener denizi
Daha sonra ayrıntılarıyla tartışmak istediğim, bu zaviye.
Esasında, akademisyen ve "aydın" değil, "gazeteci" olduğum için, yıllardır, tersaneden dershaneye, bankadan askeriyeye, medyadan alışveriş merkezlerine, "hayattan, hayati örnekleri" görmeye, duymaya, anlamaya, anlatmaya çalışıyorum.
AKP iktidarının, bunca "yabancılığa" rağmen "küresel piyasa" ile eklemlenmede geçmişe göre daha "başarılı" olmasının önemli bir sebebi de şu:
"İyice esnemiş ve emek örgütsüz piyasa"nın, benim tabii ki bazen abartılı görünen ifadeyle "köleci piyasa" dediğim düzenin "İstanbul'da da Anadolu'da da... Yerel sermaye için de, yerli sermaye için de, yabancı sermaye için de, küresel sermaye için de" parlak biçimde oturtulma çabası.
Peki, insanlar "kafadan köle" olmak istemeyeceğine göre... Kitlesel destek nereden?
Kimi itiraz ediyor zaten, ama kiminin hiç itirazı yok.
"Deniz Feneri" gibi şaibeler (suçlar) ile zanlıları (mahkûmları), sadece "yolsuzluk, usulsüzlük, cebe, yandaşa, siyasete finans" görme ve gösterme arzusu hakikate tek gözle bakmak olur mesela.
Bu "taşıma sular"ın, "insanlara hak, hukuk, bağımsız ve örgütlü mücadele" den ziyade, kısa sürede daha etkili, daha vicdani ve insani görünen "merhamet, hayır, yardım, kol kanat" ve dolayısıyla "siyasi kanaat" taşıdığını, hayatlarına yama yapıp umutçuk verdiğini hiç kavramamak olur.
Aç bir insan için bir kilo pirincin ağırlığını, büyüklüğünü küçümsemek, dolayısıyla insanı ve ülkesini, milyonlarca yoksulluğu asla tanımamak olur.
Amerikan İç Savaşı'nı bilenler, "Kuzey'in vaat ettiği özgür emek piyasası" karşısında, çok sayıda "köle siyah"ın, ırkçılar bir yana da, neden "Güney'in iyi kalpli toprak (ve köle) sahipleri"ne bağlı ve bağımlı kaldığı üstüne dahi düşünebilir.

Köleci piyasa
"Şimdi tartışmayacağım" dediğim şeyi tartışmaya başladım.
Keseyim.
Benim için kilit kavram "Köleci piyasa düzeni".
AKP, kendini bir açıdan da buna adamış iktidar oldu.
"İstanbul"un bir itirazı oldu mu? "Laik, demokratik Batı"nın?
Hikayenin bir yüzü de bu.
İşte o yüzün en çarpıcı örneklerinden biri, Milli Eğitim Bakanlığı'nın kızdığı ifade ile, "Eğitimin emek piyasasında köleleştirilmesi... Esnetilip mevsimlik işçileştirilmesi, ameleleştirilmesi."
Günlerce yazdım. Yüzlerce yüzlerce "yılgınlık, kırıklık" öyküsü yollandı bana.
Şimdi konunun uzman gazetecileri, Pervin Kaplan ile Nergis Demirkaya "dizi dizi" yazıyor Sabah'ta.
Basit ve bayağı bir sistem:
Kadrolu öğretmen sayısını nispi olarak azaltıp boşlukları "sözleşmeli" ve "ücretli" öğretmenle doldurmak, yani idare etmek. Büyük bir "aday ordusu" nu da bekleterek, sözleşmeli ve ücretliye, her işe, geçiciliğe ve esnemeye razı kılmak.
"Masrafları epey azaltan" bir sistem. IMF'nin dayattığı, küresel ve yerli (İstanbullu, Anadolulu) sermayenin hep terennüm ettiği "bütçe disiplini".
Kendine, geleceğine, eğitimine, mesleğine güvensiz; her an işsiz kalmaktan korkan; kolayca boyun eğen; razı olan, rıza gösteren, o haline bile şükreden; amirinden, müdüründen ürken; kaderi iki dudak arasında; bağımlı; dayatılanı kabullenen; eleştirel düşünce öğretmek bir yana kendisi eleştiriden men edilen; oradan oraya sürüklenen; geçici, uçucu; ayakta durabilmek için torpil ve "hatırlı kişi" peşinde koşan; parti ve bürokrasi kapıları aşındıran; birbiriyle dayanışmadan ziyade meslektaşını rakip ve hasım belleyen; dershanelere ve özel okullara ucuzlamış emek halinde boca edilen "öğretmen"; bedava kitapla kutsanıp "bedava" aşağılanan "kamu" eğitimi.
Hikâyenin böyle sayfalarını "Anadolu-İstanbul muharebesi"yle izah edemezsiniz.
O "muharebe" yine vardır tabii, ama esas "Büyük savaş" (hâlâ) başka türlüdür!
Okul sınıflarında da, öteki sınıflarda da.