Öğrencilik halleri… 1-

Sezai ÇİÇEK

Ortaokula başladığımda, kısmet olursa üniversitede “siyasal bilgiler fakültesi” okuyacak ve “mülki idare amiri” olacaktım. Neden mi? Çünkü öğretmenlerimizden birisi bize hedef olarak göstermişti de ondan. Siyasal Bilgiler Fakültesi nedir? Hangi Üniversitede ve şehirlerde var? Yahut neden mülki idare amiri olmalıydım vs., ortaokul birinci sınıf öğrencisi olarak bunları düşünecek halim yoktu takdir edersiniz ki!

Lise döneminde de siyasal bilgiler fakültesi zihnimin bir kenarında duruyordu. Tabi kısmen de olsa -kulaktan dolma- fakülte hakkında bilgiler edinmiştim. İstanbul’da İstanbul Üniversitesi’ne bağlı aynı isimli başka bir fakülte olsa da “mülki idare amiri” olabilmek için Ankara Üniversitesi’nde eski ismi “Mülkiye Mektebi” olan Siyasal Bilgiler Fakültesi mezuniyetinin avantaj olduğunu da duymuştuk.

Öyle ki siyasaldan mezun olunca, fark dersleri de verip Hukuk Fakültesi mezunu da olunuyormuş. Hem hukuk mezunları avukatlık da yapabiliyormuş. Neden olmasın yani diyordum lise ikilerdeyken. Hal böyle iken bizler 1986 yılına yaklaştığımızda, kendisi de şu an Ankara’da avukatlık yapan arkadaşımız Fatih, o tarihte Hukuk Fakültesi 4.sınıf öğrencisi olan teyze oğlu Mustafa ile görüştüğünü, benim siyasal okuma düşüncemden bahsetmesi üzerine de ve O’nun kendisine:

“Arkadaşına söyle, Siyasal Bilgiler Fakültesi tercihi yerine Hukuk Fakültesini düşünsün. Zaten mülki idare amirliği imtihanına girmek için Siyasal Bilgiler mezunu olmak şartı yok. Hukuk mezunları da aynı imtihana giriyorlar. Kaldı ki bu dönemde hukukçular siyasal mezunlarından daha fazla kaymakamlık sınavında tercih edildiler”, demiş.

Tabi bu haber beni tercihim konusunda rahatlattı. Zira son yıllarda meslek olarak “avukatlık” bana daha yakın geliyordu. Sadece “acaba kaymakamlık” nasıl olurdu diye kendi kendime soruyordum. Sanki memlekette benim fakülteden mezun olup atanmamı bekleyen kaymakamsız ilçe varmış gibi!:)))

Haliyle 1986 yılı Haziran ayında girdiğimiz üniversite sınavının sonuçları bir ay sonra açıklandığında Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandığımı, ertesi gün ülke genelinde dağıtımı yapılan “sınava sonuç gazetesi” isimli yayını gazete bayiinden satın aldığımda öğrenmiştim.

Sonuçların açıklanmasından yaklaşık bir ay kadar sonra fakülteye kayıt için bizim ilçeden akşamleyin bindiğim otobüsten Kayseri Otogarında inmiş, saat 01.00’da, Yozgat yönünden gelip Konya istikametine giden başka bir otobüsle seyahatime devam ederek, sabah saat 07.00’de Konya’ya ulaşmıştım. Otobüsten iner inmez, otogarda ilk rastladığım bir-iki kişiye “Hukuk Fakültesine nasıl gidebilirim” diye sorduğum da, birisi “bilmiyorum” derken, diğeri “Konya’da Hukuk Fakültesi yok delikanlı” diye cevap verdi. Bir başkası ise “Buraya Hukuk Fakültesi mi açmışlar, ben bilmiyorum. İstersen bir de şu yazıhanedekilere sor” şeklinde cevap verdiğinde şaşırmıştım. Oysa elimdeki sınava sonuç evrakı bana posta ile ÖSYM tarafından gönderilmiş ve orada da “Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesine kayıt … tarihleri arasında …. , belgelerle birlikte fakülte binasında hazır bulunmamız gerektiği yazılıydı.

Herneyse, otogarda bir iki yazıhane dolaştıktan sonra birisi benim nereli olduğumu, Konya’yı bilip bilmediğimi de öğrenip, “Yolun karşısındaki dolmuşlara bineceksin, şehir merkezine gidecek ve son durakta ineceksin. İndiğin yerde Amele Pazarı var orayla karıştırma. Sen Muhacir Pazarını sorarsın. Tarifi dikkatle dinle. Yürüyerek okulu bulursun”, dedi.

Dolmuştan inince Muhacir Pazarını birkaç kişiye sorup buldum. Sanırım sabah saat 08.00 sularıydı ve okulun girişindeki kulübede isminin Ramazan olduğunu öğrendiğim bekçi dışında kimse yoktu. Bir mahalle arasında lise binasını andıran bu yer aslında o tarihteki ismiyle “Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu” öğrenci yurdu yanında, daha önce rektörlük binası olarak da kullanılmış olan yarı bodrum, zemin ve birinci kattan meydana gelen, girişte küçük bahçesi olan sevimli bir yapıldı. Lakin bahçe girişinde sanki mesleğinde henüz kalfalığa başlamış birisinin profil demirden harflerini kaynattığı, “SELÇUK ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ” yazısı bulunuyordu.

Ortada benden başka kimse de olmayınca haliyle yanlış bir adrese mi geldim, kayıt başka bir binada mı yapılıyor acaba düşüncesiyle, bekçi kulübesine doğru yürüdüm ve içeride piknik tüpü üzerindeki küçük çaydanlığında ıslık eşliğinde çay hazırlayan görevliye, “Hukuk fakültesi kaydının bu binada yapılıp yapılmadığını sordum”. Kalın bıyıklı, kara kaşlı esmer ve 30-35 yaşlarında olan bekçi, başını çaydanlıktan kaldırıp beni şöyle bir süzdükten sonra “delikanlı başka işin yok mu senin, hukuk okuyup da hırsız avukat mı olacaksın” dedi.

Tabi böyle bir karşılama beklemediğimi için bozuldum ve kendisine “avukat olacağımı ama avukatlara hırsız demesinin yanlış olduğunu” söyledim. Lakin Ramazan’ı ikna etmek güçtü. Sonradan -okul açılıp, dersler başladığında- ahbaplığımız ilerlediği vakit, işin rengi ortaya çıkmıştı. Meğer bir borç sebebiyle hakkında başlatılan icra takibinde, avukata elden ödeyip makbuz almadığı paraların kendisinden tekrar istendiğini düşünüyordu. Oysa Ramazan sadece borcun aslını ödeyip kurtulacağını varsayıp; icra harcı, takip masrafı ve avukatlık ücreti ve faiz ödemelerinden sorumlu olmadığı kanaatini taşıyordu. Hem avukata neden ücret ödesin ki, kimin avukatı ise gidip ondan parasını almalı değil miydi yani?

Kayıttan sanırım iki ay kadar sonra fakülte açılmıştı. Bir hemşehrimizin de katkısıyla önce geçici olarak -akabinde temelli sahiplendiğim- bir öğrenci evinde kendime yer bulmuştum. Ev pek kalabalıktı. Ben kayıtta yaptığım gibi fakültenin açıldığı gün Konya’ya gelmiş, sabah yapılan derslere katılıp, öğleden sonra kalacak yer arayışına başlamıştım.

Okula ilk geldiğim anda tanıştığım Gaziantepli Yaşar, memleketimi öğrenince beni Mehmet Emin Darendeli'yle tanıştırmıştı. Sonrasında kısa sürede; Erdal, Hüsamettin, Mehmet Emin Kaçmaz, Mithat, Hüseyin, Zafer Köybaşı, Mahmut Dilmen, Bilal, Mustafa Aslan, Ziya, Timur ve ismini hatırlamadığım başkalarıyla tanışmış oldum...

Nerede kaldığımı soran Mehmet Emin’e, henüz bir kalacak yerim olmadığını söyleyince, Timur, “Sen Sezai’yi O. Çelik apartmanına götür. Eryılmaz’a söyle hemşehrimi oraya alsın” dedi. Darendeliyle okuldan çıkıp Alaaddin Tepesine doğru ara sokaklardan ilerleyip, bir binanın son katına çıktık. Ev bir hayli kalabalıktı. Mehmet Emin kısaca benden bahsedip kalacak yer aradığımı söyleyince, Eryılmaz “Doğrusu şu an evde 15 kişiyiz. Başka bir arkadaşı alacak yerimiz yok” dedi üzgün bir ifadeyle. Darendeli o evde kaldı ve ben hiç bilmediğim bir şehirde kalacak yer arayışına başladım.

Benim yaptığım da olacak bir şey değildi. Kayıttan sonra kalabilecek bir yer aramamış, sanki kesin kayıt hakkı kazanırım diye Kredi Yurtlar Kurumu öğrenci yurtlarına yaptığım müracaata güvenmiştim. O. Çelik apartmanından çıktığım gibi sora sora Kredi ve Yurtlar Kurumu Konya Erkek Öğrenci Yurduna gittim. Yurt binasının avlu duvarındaki panoya asılı olan yurt başvurusu olumlu çıkanların soy isim esas alınarak sıralanan isimlerde ne asıl ne de yedekten ismim yer almıyordu.

Bu kez memleketten bir öğretmenimiz Tekin Hoca’nın arkadaşı olan sadece ismini Bildiğim İmdat Duru’yu çalıştığı Meram Belediyesinde ziyaret edip, kalacak yer aradığımı söyledim. İmdat Bey birkaç yere telefon etti lakin, hepsinden de “öğrenci kalacak yer arayışına çok geç kalmış” cevabıyla karşılaştı. Ben son olarak merkezde bulunan Milli Gençlik Yurdu adlı bir yere yönlendirdi. Belediyeden çıkıp bu yurda ulaştığımda da maalesef kontenjanları çoktan dolmuştu.

Nereye gittiğimi tam bilemez bir vaziyette ve ümitsiz bir halde Alaaddin Tepesi'ne doğru yürürken, bir den karşı taraftan Timur’u birisiyle yürüdüğünü gördüm. Hemen yanlarına yaklaşık selam verdim. Doğrusu Timur Borahan sohbete o kadar dalmıştı ki ben selam vermesem görmeyecekti. Bana nereden geldiğimi sordu, “kalacak yer aradığımı ama bulamadığımı” söylediğim de, nasıl yani seni Eryılmaz öğrenci evine almadı mı!?” diye sordu. Evin kalabalık olduğu için bana kalacak yer olmadığını söyledim. Acaip şekilde kızdı ve hemen yanına gidiyoruz. Benim hemşehrimi nasıl eve almazmış, hesabını soracağım ona diye söyledi ve adeta kavgaya gidiyormuş gibi O. Çelik apartmanına doğru yöneldik.

Binanın dördüncü katına çıkınca, Timur, Eryılmaz’a öyle bir bağırdı ki ben bile korktum. “Sen nasıl benim hemşehrimi eve almazsın, gerekirse sen buradan ayrılacaksın ve Sezai burada kalacak!”, diyor başka söz dinlemiyordu. Eryılmaz birkaç cümle söyleyecek olduysa da nafile Timur hiç dinlemedi ve benim eve kabulüm böylece sağlanmış oldu.

Akşam olup diğer arkadaşlar da eve gelince, sabahleyin Fakültede tanıştığım tüm arkadaşların da bu evde kaldığını öğrenmiş oldum. Sonradan söylendiğine göre o ilk gün evde tam 17 öğrenci kalmışız. Hatta Hacı Musa’nın yatağını serecek yer olmadığı için iki masayı birbirine ekleyip üzerinde uyuduğu da söylenmişti!

Bu öğrenci evi bir grup arkadaş tarafından daha önceki yıllarda kiralanmış, dört katlı binanın son katıydı. Alt katlarda da bizim gibi üniversite öğrencileri kalıyordu. Bina, Alaaddin Tepesi’ne bakan bir konumda ve İnce Minare Müzesi’nin hemen ardındaydı. Küt bir minaresi olan bu yere neden “İnce Minare” denildiğini ise sonra öğrenmiştim. Aslında minarenin mevcut kısmının iki katı büyüklüğünde yukarıya doğru uzanan bölümü fi tarihindeki bir depremde yıkıldığından biz yapının mevcut halini görüyormuşuz.

Dairenin büyüklüğü, geniş bir holü, iki odası ve dikdörtgen bir salonuyla tahminen yüz metrekare civarındaydı. En önemeli özelliği ise teras katı bulunmasıydı. Bahar-yaz aylarında ve güzün akşamları kimi vakitler buraya çıkar ve Alaaddin Tepesi'ni seyrederken çay içerdik. Arkadaşlarımızdan Ziya çay içerken bizlere şiir okurdu. Okuduğu şiirlerden hatırımda kalan mısra ise;

“Elimde bir bardak çay,

Gökte hilal ve ay

Şinanay yavrum şinanay”…Nedense bu mısraları tekrarlamaktan hoşlanır, unuttuğu zaman da biz onu şiir okuması için zorlardık!

İlk yıl İnce Minare’nin arka tarafında kalan binadaki ikametimiz maalesef ikinci yıl devam etmedi. Çünkü bina sahibi olan kişi burayı öğrenci yurdu olarak değerlendireceğinden bizim tahliye etmemiz gerekiyordu. Aslında burası fakülteye yürüyüp gittiğimiz güzel bir yerdi. Hem çarşı merkezinde hem de alt katlardaki öğrenci arkadaşlarla muhabbetimiz bir hayli ilerlemişti…

İkinci sınıfın ilk dönemin başka bir muhitte bir bahçenin içerisinde inşa edilen iki oda ve bir küçük hol ile mutfak ve banyo-tuvaletten müteşekkil evde kalmıştık. Evin sahibi “Tanker Ali” diye bilinen bir sobacı esnaf idi. Yeri kiraladıktan sonra Tanker Ali’nin, Hüsamettin ve Celalettin isimli iki oğlunun da tıp fakültesinde öğrencisi olduğunu duymuştuk. Bu evdeki ikametimiz de birinci dönemin sonunda ikinci vizelerin bitimine yakın sona erdi.

Bahçe içerisinde yer alan bu evden birkaç ders kitabı ve bir valize sığacak şahsi eşyalarımla Larende Caddesinde arkadaşların kaldığı eve misafir geldim. Bu ev de bir önceki yıl arkadaşlarımızdan Yaşar tarafından kiralanmıştı. Sahibini ev arkadaşlarımdan çoğunun tanımadığı, Larende Caddesindeki bu avlulu, iki katlı Konya Evleri sivil mimarlık örneği evimiz, Karlıdağ Ekmek Fırınının yanındaki sokağın girişinde sağdan ikinci bina idi. Baştaki ilk bina ise kallavi bir yapı olup adeta köşk hüviyetinde iki katlı ama bizim evin yanında adeta üç kat büyüklüğünde duruyordu.

Bu köşkte iki kardeşin ikamet ettiğini biliyorduk ama kendileriyle bir türlü tanışamamıştık. Aradan geçen 30 yılı aşkın süre sonrasında hatırladığım, ailenin birinin Ahmet isminde oğlu olduğu, Ahmet’ten yaklaşık 1-1,5 yaş küçük olan ismini unuttuğum bir amca oğlu bu çocuğun Firdevs isimli 4-5 yaşlarında bir kardeşi bulunduğudur. Her iki delikanlı ilkokul öğrencisiydi. Sokağın diğer başında bir de çeşme vardı. Sokaktaki çocuklar havanın güneşli olduğu vakitler bu çeşmeden hem su içer hem de birbirlerini ıslatıp türlü oyun oynarlardı. Bir gün sokaktan geçerken, Firdevs’in beni arkadaşlarına gösterip, “Bu benim dedem. Bana kraker ve bisküvi veriyor” dediğini duymuştum. Aslında sokaktaki tüm çocuklara ufak tefek yiyecekler aldığımı hatırlıyorum. Lakin belli ki Firdevs sakallı olmam hasebiyle beni dedesi yerine koymuştu!

Neredeyse mezuniyetimize kadar bu evde kaldım diyebilirim. Burada bir çok hatıramız geçti öğrenci arkadaşlarla birlikte. Bu anıların her birisi ayrı bir yazı konusu olabilecek evsafta ise de burada sadece bir tanesini yazmak istiyorum.

Bu evi Ziya’nın sınıf arkadaşı Yaşar’ın kiraladığını ve ilk yıl hepsi hukuk fakültesi öğrencisi dört-beş arkadaşıyla kaldığını biliyorum. Okula mesafesi yaklaşık bin adım civarında, ancak yürüyerek gitmeniz gereken bir bölgedeydi. Dolmuş ya da otobüsle gitmek isterim diyen olursa okul binasının bulunduğu Muhacir Pazarı mevkiinden en az beşyüz adım ileride bulunan “anıt” diye tabir edilen bölgeye yürüyüp 10-15 dakika da otobüs yahut dolmuş bekledikten sonra evin iki yüz metre gerisinde yahut 150 metre ilerisindeki durakta indikten sonra da elbette geri kalan mesafeyi de adımladıktan sonra ulaşabileceğiniz bir yakınlıktaydı!:)))

Arkadaşım Ziya, esmerliği yüzünden asla eksilmeyen mütebessim çehresi ve iç aydınlığının simasına yansıması sebebiyle adeta fark edilmeyen birisiydi. Herhangi bir konuda -ders yahut başka her ne ise- bir tartışma çıktığında asla ikna olmayan (bencileyin) dediğim dedik tavrıyla bilinen ve bizim mahalli tabirle “Kürt İnadı” tutan sevimli birisiydi. Herkes onun samimiyetinden şüphe etmediği için -özellikle sınıf arkadaşları- biraz da kızdırmak kastıyla üzerine giderlerse de, dışarıdan bakan birisinin şimdi bu delikanlılar “yumruklaşacak” diyeceği bir atmosferde bile tartışma soğumaya bırakılarak başka bir vakit devam edilmek üzere konuya ara verilir ve ortalık sakinleşirdi.

Evin ismi “Larende” idi. Nedense öğrencilik döneminde kiraladığımız evin bulunduğu muhit yahut başkaca özelliklerinden mülhem bir de isim verirdik. Bu durumun istisnası da vardı. Mesela birinci sınıfta iken ikamet ettiğimiz binanın adı “O. Çelik Apartmanı” olduğu için buraya “O Çelik” denilirdi. Ziya ile ilk yıl birkaç ay beraber kalmıştık burada. Memleketinden getirdiği anacağının yünden yapmış olduğu bir kat yorgan ve döşeğini her sabah özenle katlar, bir örtüyle bağlar ve iple çepeçevre sarardı. Zira ilk zamanlar dairenin istiap haddinin çok üstünde arkadaşlarla birlikte kalıyorduk. Bu sebeple dersi olmayan (yahut katılmak istemedikleri derslerde) üst sınıftan arkadaşlar kiralık ev ararlardı.

Bu ev aramalar akşamları konuşulduğunda hangi bölgede ne tür bir yere bakıldığı, sahibine nasıl ulaşıldığı, öğrenciye kiraya verip vermeme durumu, kira bedeli vs. hususlar konuşulduğun da birinci sınıf öğrencileri olarak bizler de konuya dair malumat sahibi olurduk.

Arkadaşım Gölbaşı ilçesinden gelmişti fakülteye. Elbistan’la komşu olmaları sebebiyle belki de hemşehri yakınlığı hissederdim. Temizliğe ve özellikle abdest almaktaki titizliğine hayrandık. Lakin onun abdest alırken kullandığı su ile en az beş arkadaş çok rahat abdest alırdık. Ortalama abdest alma süresi neredeyse10-15 dakika sürer bu arada evde cemaat halinde namaz kılınacaksa, Ziya’dan sonra abdeste başlayan arkadaş (diyelim öğle namazı eda edilecek) ilk dört rekat sünneti tamamlar, çoğunluk beklemekten huzursuzlanmaya başladığı için mecburen imam iftitah tekbiri aldıktan sonra aheste okuduğu -geçen zamanda- belli olan kıraat ve normal vakitlere -Ziya’nın cemaata dahil olduğu zaman-göre bir hayli uzayan rükû, secde ve tahiyyata rağmen abdestini bitirip son rekata ancak yetişirdi. Bu sebeple olsa gerek onun bulunduğu evdeki su faturaları ortalama tüketimi geçtiği için bir üst fiyat tarifesinden hesaplanırdır!:))))

Bu ise en çok da Bilal kızardı. Evin saçları omuzlarına yaklaşan protest genç timsali olan Çumralı arkadaşımız ise Ziya’nın tam tersine çok hızlı şekilde abdest alır ve bir başkasıyla aynı anda başladığı abdestte, diğeri namaza başlarken Bilal tesbihatı tamamlamış bulunurdu!

Her neyse konu yine (her zamanki gibi ve benim yazı tercihim sebebiyle) dağıldı maalesef. Bir cumartesi günü evin avlusunda Ziya ile oturmaktayız. Öğle namazından sonraki bir vakitte ve sanırım evde sadece ikimiz bulunuyoruz. Belki de alt dönemden arkadaşımız olan Vedat’da o anda evdedir. Lakin uyku mahmurluğunu üzerinden atmamış olmalı ki henüz avluya çıkmamıştı.

Ziya ile öğlen yemeği için kimin hazırlık yapacağının muhabbetine dalmışız ki sormayın gitsin… Sanırım bir iki saat devam etmiş olmalı bu sohbet. Birden zil çaldı ve ben avlu kapısına doğru yöneldim. Bu saatte olsa olsa bir arkadaşlardan birisi gelmiştir diye düşünmüştüm. Oysa ellerinde zar zor taşıdıkları tencerelerle, komşu binada oturan ve sanırım o tarihte ilkokul 3.-4. Sınıf öğrencisi olan Ahmet’le amcaoğlu gelmesinler mi?

Anlaşılan çocukların anneleri bizim öğlen yemeği muhabbetimizi duymuş olmalılar ki bizlere iki tencere yemek göndermişler. Tabi bir taraftan gelen yemekler sebebiyle mahcup olsak da diğer taraftan hesapta olmayan bu ikram pek hoşumuza gitmişti doğrusu…

Doğrusu Konya halkı, öğrenci olarak bizlere hep yardımcı olmuştur. Gerek giyip kuşam gerekse burs vb. katkılarını daha çok Hakyol Vakfı Konya Şubesi üzerinden bizlere ulaştırmıştır. Başkaca vakıf ve derneklerden yardımcı olanlarla birlikte şahsen öğrenci evlerinin bir çok ihtiyacını tek başına karşılayan hayırsever insanları da ayrı bir yazı da anlatmak lazım diye düşünüyorum.

O şahısların her birisi adeta bir vakıf insan, Kemal Abinin kayınpederi kereste tüccarı olan amca idi. Sanayide bulunan işyerine gidip, bir selamla istediğimiz kadar odunu kiraladığımız at arabasına yükleyip evimize taşırdık. Hiçbir kimse de bize ne kadar yüklediğimizi, kim olduğumuzu sormazdı. Sadece Vakıftan yönlendirildiğimizi söylememiz işi çözerdi. Mevla başta onlar olmak üzere tüm hayırseverlerin hayrını kabul edip bereketlendirsin. Vefat edenlerin taksiratını hasenatı tebdil eylesin ve merhametiyle muamelede bulunsun…

…/…

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.