Önce bir itiraf bekliyoruz

xxx78

Türkiye son 60 yılına damgasını vurmuş askeri darbeleriyle hesaplaşıyor. İyi ki hesaplaşıyor. Darbelere ve askeri yönetimlere maruz kalıp da bu geçmişleriyle hesaplaşmamış ülkelerde demokrasi yerleşemiyor çünkü.

 

Pavlov’un köpeklerle deneyinde yaşandığı gibi, siyasi suikastlar ve kışkırtılmış yığınların sebep olduğu toplumsal hareketler, ne oluyorsa oluyor, sonunda darbeleri getiriyor... Dün, iki önemli dönemeçte -12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997’de meydana gelen darbeler öncesinde- neler yaşandığını hatırlatmak için isim isim bilançosunu çıkartmıştım. Merak ederseniz, bir göz atarsınız.

 

O kadar aydın, onlarca can, darbeler olabilsin diye hayatlarını kaybetti bu ülkede...

 

Şimdi esas soruyu sorayım: “Darbelerde basının/medyanın rolü var mıydı?”

 

Aslında gerçek herkes tarafından bilindiği için gülümsetebilecek bu soruyu, son günlerde kendisinin çok etkili olduğu bir dönemde yaşanmış iki olaydaki rolüne kafasını takmış bir yazardan esinlenerek sordum. Yoksa darbelerde basının/medyanın rolü hiç tartışılmayacak bir gerçekliktir. Tereddüdü olanlar, 12 Eylül (1980) darbesinin lideri Kenan Evren’in, idareye el koymadan önce kendilerini “Daha ne duruyorsunuz?” diye kışkırtan, el koyduktan sonra da alkışlayanlardan örnekler sunduğu hacimli kitabına bakabilir.

 

Basın/medya destek vermeseydi darbeler ya yaşanmaz, ya da zor gerçekleştirdi.

 

Fark ettiğiniz gibi, konuyu sadece Ahmet Kaya ile Hrant Dink’in ölümleriyle sınırlı tutmuyorum. Hem Kaya hem de Dink kampanyaya dönüştürülmüş bir medya linci sonucunda hayatlarını kaybettiler. Önce gerçekler çarpıtıldı, sonra çarpıtmalardan hareketle ‘itibarsızlaştırma’ kampanyası başlatıldı, ardından da... Yaşanan süreçte, biri (Ahmet Kaya) kalbi daha fazla dayanamadığı, diğeri (Hrant Dink) iyi saatte olsunların insafına terk edildiği için hayatlarını kaybetti.

 

Her iki olayda ‘linç’ girişimini başlatan gazetenin okur temsilcisi bile sorumluluklarının bulunmadığını iddia edemiyor. Nasıl edebilir ki? Atılan manşetler, gazetenin köşelerinden hedef seçilmiş kişilere fırlatılan öldürücü oklar saklanabilecek gibi değil. Ahmet Kaya ve Hrant Dink gazete tarafından ‘demonize’ edildi; başlarına gelen mukadder bir sondu.

 

Ölümle sonuçlanan sürece attıkları manşetler ve yazdıkları yazılarla katkıda bulunanlar ne derece sorumludur? Kendini savunma derdindeki başsorumlu, geçmiş darbelere zemin hazırlamak için işlenmiş siyasi cinayetler öncesindeki kalem kavgalarını hatırlatarak düze çıkma çabasında; pek başarılı olduğu söylenemez. Yalanla, dolanla, gerçekleri çarpıtarak işlenmesine doğrudan veya dolaylı katılınan cinayetlerin kanı, ne kadar yıkanırsa yıkansın, ellerden çıkmıyor. Lady Macbeth’in ellerinden çıkmadığı gibi...

 

Kalemin kılıç kadar etkili olabildiği, insan hayatına kastedip can alabildiği iki örnek olay Ahmet Kaya ile Hrant Dink’in başına gelen... İlk de değil, son olacağını da sanmıyorum. Apaçık, gün ışığında işlenmiş iki cinayet var karşımızda.

 

Sorumluluğu azaltmanın yolu, aldırmaz tavırlardan, önemini küçültmekten, suçun yükünü başkalarının sırtına yüklemekten veya anlamsız mukayeselerle yaptığını saptırmaktan geçmiyor; nafile çabalar bunlar...

 

“Kabahatim yok” diye özetlenebilecek savunmasını aldık olayların başsorumlusunun ve kabul edilir bulmadık.