Rasim Özdenören de güzel insanlar diyarına göçtü

Recep KOÇAK

Şair, yazar ve sanatçı Recep Garip ağabey bu yılın ilk aylarında benden Ay Vakti Dergisi için (197. Sayı, Mart-Nisan 2022 Sezai Karakoç Özel Sayısı) bir yazı istedi. Sezai Karakoç merhum kısa bir süre önce ahirete irtihal eylemişti. Özel sayı düşüncesi güzel bir vefa örneğiydi. Yazı hazırlıklarımı sürdürürken Sezai Karakoç’un kitaplarından bazısını yeniden gözden geçirdim. Onun karşısına çıkıp tanışmak, sohbet etmek için başarısız bir teşebbüsümüz olmuştu ama arkasını getirememiştik. Çünkü kendimde o cüreti göremiyordum. Üstadı uzaktan sevmeye devam etmiş, kitaplarından istifade etmekle yetinmiştim.

Onun vesilesiyle kaleme aldığım yazı ise neredeyse bir “Rasim Özdenören” konulu yazıya dönüşüvermişti.

Karakoç’a, Özdenören’e ve ömürlerini “gül yetiştirmeye adamış” bütün güzel adamlara rahmete vesile olması dileklerimle Ay Vakti’nde yayınlanan yazımı dikkatinize arz ediyorum.

Sahibini bekleyen mektup

Lise yıllarımda ondan okuduğum ilk şiir Mona Roza idi. Henüz Üstad’ın imzasıyla bir kitap olarak çıkmamıştı o şiir. Üstad bir süre sahip çıkmamıştı Mona Roza’ya. Bir arkadaşın el yazısıyla çoğaltılmış nüshasından okumuştum şiiri. Şiirin hikayesi de dilden dile dolaşıyordu.

Üniversiteyi Ankara’da okudum. Seksenli yılların ortalarında açılan kitap fuarında Rasim Özdenören Ağabeyin imza günü vardı. O yıllarda Rasim Beyin yeni çıkan kitaplarının çoğunu okumuştum. En etkilendiği kitabı ise Müslümanca Düşünme üzerine Denemeler idi. Sıraya girdim. Sıra bana gelince aldığım yeni kitaplarla birlikte o kitabı da imzalaması için Rasim Beye uzattım. Kitabın önceden alınmış ve dikkatle okunmuş bir kitap olduğunu hemen anladı. Zira altı çizilmiş çok fazla satır vardı. Başını kaldırıp baktı, memnuniyetini ifade eden sözler söyledi.

İş hayatım İslam Mecmuası’nda başlamıştı. 1986-90 yılları arasında İslam Mecmuası ve gruba bağlı diğer dergilerde Ankara Temsilciliği yapıyordum. O yıllarda Rasim Beyle İslam Mecmuası, İlim Sanat Dergisi ve Kadın ve Aile dergileri için röportajlar yapıyordum. O görüşmelerden birisini Zafer Çarşısında, birisini DPT’deki odasında diğerlerini ise evinde gerçekleştirmiştik.

Rasim Bey görüşmelerin evde yapılmasını tercih ediyordu. Kayıt cihazı istemiyordu. Sorularımı yöneltiyorum, o da cevaplarını tane tane yazdırıyordu. Röportaj devam ederken araya girip güzel konular anlatıyordu. Ben o sohbetler sırasında üç kişiyle ilgili çok sorular sorduğumu hatırlıyorum. Nuri Pakdil’le Ankara’da Demirler Pasajı’ndaki tek odalı bürosunda iki defa görüşmüştüm. Etkileyici ve sıra dışı bir kişiydi. Sorularım üzerine Rasim Bey onunla ilgili hatırlarından bir kısmını paylaşmıştı. Cahit Zarifoğlu ile hiç görüşememiştim. Kitaplarından çok etkilenmiştim. Onu da tanımayı çok istiyordum. Onu da Rasim beyden dinlediğimi hatırlıyorum.

Merak ettiğim ve hakkında bir şeyler duymak istediğim üçüncü kişi ise Sezai Karakoç’tu. Rasim bey üniversite öğrenciliği döneminde İstanbul’da Sezai beyle bir süre aynı evde kalmış. Onunla aralarında çok özel bir gönül bağı oluşmuş. Yıllar sonra Rasim bey adına hazırlanan kitaba bu durum şu satırlarla yansıyacaktı;

“Karakoç’la tanışan Özdenören, artık ondan ayrılmayacaktır. Aralarındaki yaş farkına rağmen çok iyi dost olurlar. Hatta bu, dostluktan da öte bir yakınlıktır. Özdenören’e göre bu yakınlık, “Kelimenin isabetli anlamıyla bir şeyh-mürit ilişkisidir.” Erdem Bayazıt’a göre ise bu ilişki, Mevlâna ile Şems arasındaki ilişkiye benzer bir ilişkidir. Karakoç, Özdenören’in fikri yapısını en çok etkileyen kişidir. Hatta bu etkileyiş öyle bir noktaya varır ki Özdenören, Karakoç’la tanıştıktan belli bir süre sonra yazı yazmayı bırakacaktır. Sezai Ağabey nasıl olsa benim yazdıklarımın ve yazacaklarımın daha iyisini yazıyor diye düşünen Özdenören, Karakoç’un yazdığı bir dönemde yazı yazmayı edebe aykırı bulur. Özdenören 1965 yılına kadar bir daha yazı yazmayacaktır. Bu tarihler arasında çeşitli dergilerde çıkan yazıları ise daha önceden yazılmış yazılardır.” (Medeniyetin Burçları RASİM ÖZDENÖREN KİTABI, s. 26)

Rasim beyle evinde yaptığımız o görüşmelerden birisinde anlattığı ve sonraki yıllarda AKRA FM’de hazırlayıp sunduğum bazı programlarda dinleyicilerle paylaştığım Sezai Karakoç’la ilgili hatırası çok etkileyicidir.

Rasim bey üniversiteyi bitirince memuriyet için Ankara’ya gidecektir. Bunun için Karakoç’un teşvik ve yönlendirmeleri de vardır. Ankara’ya gidince kiminle görüşeceği ve hangi evde kalacağı gitmeden önce planlanır. Karakoç, “Ankara’ya varınca gelişmeleri bana mektupla bildir” diye tembihler Özdenören’i. Ayrılırlar. Rasim Bey, “Daha İstanbul’u çıkmadan içime Sezai Ağabeyin hasreti çöktü” diye anlatmıştı. Rasim bey Ankara’ya gider. İşle ilgili görüşmelerini yapar. Kalacağı Sıhhiye civarındaki bekar evine yerleşir ve çalışmaya başlar. İlk günler neler yaşadığını, işle ilgili gelişmeleri ve yüreğindeki her geçen gün artan hasreti dile getirdiği bir mektup yazar. Ne var ki mektubu postaya vermek bir türlü mümkün olmaz. Bugün, yarın derken birkaç gün geçer. Mektup ceketinin cebinde postaya verilmeyi beklemektedir.

Bir sabah işe gitmek üzere hazırlanırken kapı çalınır. Rasim Bey kapıyı açtığında karşısında Sezai Ağabeyi bulur. O içeri girmez, “Sen o mektubu postaya veremeyeceksin, almaya geldim” der. Mektubu alır ve gider.

Sezai Ağabeyle ilgili bir hatırasını daha anlatmıştı Rasim Bey. O da şöyleydi;

Sezai Ağabey İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş. Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt ve Cahit Zarifoğlu gibi dostlarıyla bir araya gelmiş. Ankara’daki işleri bitince Sezai Ağabeyi o yıllarda Ulus Rüzgârlı Sokak’ta bulunan otobüs terminaline uğurlamak üzere götürmüşler. Otobüsün kalkış saatine dakikalar kala Sezai Ağabey, “Siz beklemeyin, gidin” demiş. Onlar son ana kadar kalmak isteseler de Sezai Ağabeyin ısrarı karşısında oradan ayrılıp Ulus’taki bir kahvehaneye gitmişler. Bir süre sohbet etmişler, çay içmişler. Ekipten birisi, “İçimden bir his bana diyor ki, Sezai Ağabey gitmedi, bizi bekliyor.” Birlikte kalkıp terminale gitmişler. Otobüs çoktan gitmiş ama Üstad beklemektedir. Rasim beyleri görünce, “Bekliyordum” demiş. Sohbete devam etmişler.

1990 yılında İslam Mecmuası’nın Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenmek üzere İstanbul’a taşındım. İstanbul’daki ilk yıllarımda Mecmua’nın Yazı İşleri Müdürü Muttalip Özkul’la birlikte Cağaloğlu’na Sezai Ağabeyi görmeye, tanışmaya gittik. Diriliş Yayınlarının Üretmen Han’daki merkezini arayıp bulduk. Üstad yerinde yoktu. Ömer Erdem bize ev sahipliği yaptı. Üstad’ın ne zaman geleceği belli değildi. Bir süre bekleyip şair Ömer Erdem’le sohbet ettik. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi söyledik. Erdem, “İslam Mecmuası’nda Genel Yayın Yönetmeni’ne yüksek maaş veriliyormuş” dedi. “Ne kadarmış?” diye sorduk. Bir rakam telaffuz etti. Benim belki iki yıl sonra alabileceğim bir miktardı o rakam. O bilginin doğru olmadığını söyledik. Sonra da Üstad’ı göremeden ayrıldık.

Üstad’ı 2000’li yıllarda bir gün ikindi namazını kılmak üzere Kadıköy’deki sahile yakın camiye girerken gördüm. Ezan okunmuş, cemaatle namaz kılınmıştı. Üstad tek başına namaz kılmak üzere camiye giriyordu. Yanına varıp tanışmak için cesaretim yoktu.

O yıllarca yayınladığı Diriliş dergisinde, kitaplarında neler anlatmıştı? Yazar, şair, mütefekkir, dava ve aksiyon adamı gibi tanımlamaların hepsini ve daha fazlasını hak eden ve hakkını veren bir insandı Karakoç. Aslımıza dönmemiz, silkinip kendimize gelmemiz için bir ömür yazdı, konuştu, çalıştı, didindi. Tavrından, duruşundan, çizgisinden milim sapmadan asil bir dava adamı nasıl olunur sorusunun cevabını verdi.

Ömür maratonu içerisinde sağlam mümin duruşu, kararlılığı, azmi, yılmadan ve yorulmadan son nefesini verinceye kadar bir insan arı gibi, karınca gibi nasıl çalışırmış onu öğretti bize.

Üstad Sezai Karakoç’u rahmet ve şükranla anarken onun yaklaşık yarım asır önceden Türkiye’nin durumu ve İslam aleminin geleceğine dair tahlillerini; batılıların İslam’ı yok etmek için neler yapmakta olduklarını ve neleri yapmaya devam edeceklerini ifade ettiği bazı satırları dikkatlerinize sunmak istiyorum:

İnsanlığın Dirilişi

“Batının ve dolayısıyla dünyanın bugünkü bunalımı, geçici bir bunalım değildir. Hatta bir bakıma belki bunalım bile değil. Çünkü : Bunalım, temel değişmeksizin oluşan sarsıntılardan doğar. Sarsıntılar temele yaklaştıkça bunalım büyür. Bu büyüme, bir noktadan sonra bunalıma öz değiştirtir. Değişim ve başkalaşım başlar. Ama mutlaka bunalım kelimesini kullanarak anlatılmak istenirse, medeniyetin başına gelen yeni olaya “varoluş bunalımı” adını vermek gerekir. Çünkü : Artık gelişmelerden, büyümelerden, iniş ve çıkışlardan doğan ve yeni duruma ansızın uyamamak anlamına gelen sarsılış, korku ve titreyişler değil, doğrudan doğruya varolma veya olmama söz konusudur.

Batıyı ve ondan sıçrayarak dünyayı saran bunalım üzerine düşünürler görüşlerini belirttiler. Daha çok şüphesiz batı düşünürleri bu bunalımı çizmeyi denediler. Daha çok belli bir cepheden ele almalar oldu. Sebepler adı altında görünüşler derlendi, sonuçlar sebepler gibi toparlandı. Bu da olağandır. Kökten değişimin veya çöküşün başladığı yerde bu oluşum en önce düşünürleri şairleri etkisi altına alır. Medeniyetin uzağı görme, duyma ve yakalama gücü olan şairler ve düşünürler toplumun veya insanlığın mutluluğunu kitleden daha önce sezdikleri gibi gelmekte olan yıkıntı ve düşüşlerin titreşimlerini de vaktinden önce kaydederler. Bu yüzdendir ki, en çok bunalan kesim, toplam bunalım için sağlıklı bir açıklama ve hele çözüm getiremez. Nitekim Avrupa düşünürleri bunalımın veya daha doğrusu duraklayışın, çöküşün temel sebebine eremediler.

Beklenirdi ki, teşhis ve çözüm dışardan gelsin. Yani öbür kıtalar düşünürlerinden. Asya, Afrika ormanlarından veya steplerinden. Ancak yüzyıllardır, Avrupa, Asya ve Afrika'nın insan kitlelerini öylesine ezmiş ve tüketmiştir ki, gün gelip bu ülke insanlarının bir yardımı gerekse ne düşünce ne madde alanında böyle bir el uzatış gücünü taşımalarına imkân kalmamıştır.

Batı, Afrika’yı da katmak suretiyle söyleyelim, Doğuyu öylesine yere sermiştir ki, bir gün, kendi süresi dolduğunda ölüm döşeğindeyken bir bardak su istese onu sunacak bir eli ve kudreti bulma umudundan ortada eser yoktur adetâ.

Eğer Allah’ın insanlığa bir lütfû olarak tarihin içinde gizli kudretler en umulmadık zamanlarda yeni doğuşlar getirmese, geçmiş zaman bunun örnekleriyle dolu olmasa, insanlığın sonuna vardığımız rahatlıkla söylenebilir.

Bize kalırsa, krizin kaynağı Rönesans’a kadar çıkmaktadır. Rönesans'ın atılım gücü yüzyılımızda son uçlarına varmaya yüz tutmuştur. Çıkışta atılan metafizik temel, artık bugünün insanını ayakta tutmaya yetmemektedir…” (İnsanlığın Dirilişi, 2. Baskı, 1977, s. 13, 14)

“Batının bunalımı, metafizik bir bunalım olmaya doğru yol almaktadır. Rönesansta gevşemiş bulunan hıristiyanlık temelli metafizik öz, eski Grek ve Roma’dan alınan güç, teknik başarı artık insanlığın bugünkü durumuna yeterli cevabı verememektedir.

İnsana yeni bir hayat anlamı getirme ödevi ile karşı karşıya kalmıştır Batı. Yani, hal diliyle insanlık Batıya şunu söylemektedir ve : “Dünyaya hâkim olmak istedin. Pekâlâ, işte oldun. O halde, kader senden, hepimizin asgari mutluluğu veya hiç olmazsa hayatın yaşanmaya değer olduğunu kabul edebilmemiz için yeni bir inanç, varoluş, yorum ve anlamı istemektedir. Bu sorumluluğa hevesli olan sendin. Bunu sen kendin yüklendin. Şimdi cevap ver bakalım” demektedir.

Batıyı kara kara düşündüren, kimi zaman en aptalca çılgınlıklara sürükleyen bu sorudur, kaderin bu çetin sorusudur. İnsanlığın ihtiyacına cevap verebilecek bir metafizikten yoksun oluşunu kendisine itiraf bile ettirmek istemeyen ruh yoksulluğudur. Batıyı bunaltan, bunalımdan bunalıma sürükleyen bu ışıksızlıktır, bu cevapsızlıktır.

İslâma teslim olmamanın, üstelik onunla gizli, açık yüzyıllarca savaşmanın kader, zaman, tarih tarafından alınan öcüdür bu.” (A.g.e; s. 27)

Çağ ve İlham

“Biz Allah'ın verdiği sıhhat ve hürriyet nimeti elverdiği sürece uyarışlarımıza devam edeceğiz. Sesi ulaştırabildiğimiz yere kadar sesleneceğiz. İslâm ülkelerinin üzerinden ölüm uykusunu kaldırıncaya kadar sesleneceğiz. Bu sesimizi duyurmamak için batılılar ve uşakları şüphesiz ellerinden geleni yapacaklardır. Ama biz görevimizi yapalım. Bundan ötesi bize ait değildir Eğer, Şam, Bağdat ve İstanbul'da sembolleştirdiğim İslâm Dünyası, içine battığı bu ölüm uykusundan uyansa göreceği manzara dehşet verici olmakla birlikte, söylediğim metafizik kamçılarla uyarılmışçasına havaya fırlayacaktır. Ve havaya fırlamışcasına Avrupa’nın birleşme ve İslâm Dünyasını yok etme plânlarını görecek ve hemen karşı örgütlenme ve donanıma girişecektir. Her yerde bir kardeşliğin muhteşem binasının yükseldiğini göreceğiz o zaman. Cava'dan Cebelitarık’a, Afrika’nın güneyinden Kafkasya’ya, Doğu Türkistan’dan Yemen’e kadar uzanan bölgede insanlığı kurtarıcı İslâm ülküsünün muhteşem yapısı yükselecektir. Batı'da ve doğuda insanlığın iyiliğini düşünenler bunu kabul ederler. Ama, politika plânında gözüken batılı zekâlar sonuna kadar böyle bir diriliş'in, İslâmın dirilişinin, o diriliş içinde Şam'ın, Bağdat'ın, İstanbul'un dirilişinin gerçekleşmemesi için çağın zihnî ve teknik bütün silâhlarını sonuna kadar kullanacaklardır. İnsanlara hiç acımaksızın, kendilerine bile acımaksızın.

(Çağ ve İlham II, 2. Baskı, 1978, s. 38, 39)

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.