Tanımlanamayan Gölge: Ergenekon

Mesut DOĞAN

 

Gündem

Tanımlanamayan Gölge: Ergenekon

 

            Ergenekon'un ne olduğunu hepimiz biliyoruz. Şu an mahkemesi görülen davadan söz etmiyorum. Pek çoğumuzun bir Türkiye gerçeği olarak bildiği, “devletine olan sevgisi ve bağlılığından” vicdanı kabul etmeye el vermese de asla reddedemediği derin yapılanmadan söz ediyorum. Bugün bu matruşka bebeğin en dışında bulunan ve en çok yıpranan bölümü açığa çıkmış durumda. Matruşkanın içinde kaç tane daha bebek var, kaç tane katman bulunuyor, herkes tahmin ediyor ama kimse bir şey söylemiyor. Misal, savcı dahil bir numarayı bilmeyen yok, tarif ediliyor ama tanımlanamıyor.

 

            Bana göre, bu derin yapılanma matruşkasının en dış katmanı, yani en kirli işlere bulaşan yüzü tasfiye ediliyor. Matruşkanın asıl yüzleri, sermaye, siyaset, medya ayağı tam olarak açığa çıkarılmış değil; bu şartlar altında açığa çıkarılması da mümkün görülmüyor. Yılanın; taşa, toprağa, dala, ağaca sürtünen derisi, bir hayli eskidiği ve yıprandığı için yere atıldı. Yılan, derisini kendisi soymuş da olabilir; değişen dış etkenler yüzünden, derisi bıraktırılmak zorunda kalınmış da olabilir. Yaşanan bu sürecin mahkemenin vereceği kararla doğrudan ilgisi yok. Mahkemenin vereceği karar ne olursa olsun –ki mahkemenin vereceği her karara saygımız sonsuz- bu derin yapılanmanın Türkiye gibi jeopolitik ve stratejik önemi çok büyük bir ülkede, asla ve asla tam olarak tasfiye edilemeyeceği gerçeğidir. Tabiat boşluk kabul etmez, biri tasfiye edilirse, yerine başka biri gelir.  

 

            Soğuk savaş düzeninin argümanları nasıl ki 1990 yılından itibaren tüm dünyada geride kaldı ise, Türkiye gibi hafızası ve algılaması kıt bir ülkede, soğuk savaş düzeninin gayrinizami harp unsurları da on sekiz yıl aradan sonra tasfiye edilmek zorunda kalınmıştır. Bize kalsa, yani adına millet dediğimiz bize kalsa; eski tas, eski hamam devam ederdik ve bundan da asla yüksünmezdik. Çünkü biz, bu halimizle gül gibi yaşayıp gidiyorduk. Abdi İpekçi suikastı ile başlayan onlarca siyasi cinayet, binlerce faili meçhul, yüzlerce komple teorisi, kışkırtma ve provokasyonla yaşamak pek de öyle ağırımıza gitmiyordu. Ne var ki yeni dünya düzeninde bu tip  eski derin devlet yapılanmalarına yer yok. Otomobillerin her yıl model değiştirmesi gibi, oldukça yıpranan bu yapılanmanın da model değiştirmesi kaçınılmaz bir gerçek. Sorun, bizim bu gerçeği de henüz tam olarak idrak edememizden kaynaklanıyor.

 

            Fanatik taraftar anlayışımızla ve at gözlümüzle baktığımızda; Ergenekoncuları hapse tıkdık, Türkiye güllük gülistanlık oldu, diye düşünüyoruz. Halbuki terör; şehir, bölge, insan tanımadan her yerde yüzünü göstermeye devam ediyor. Halbuki 85 yıldır çözemediğimiz iç güvenlik meselesi hala büyük bir sorun olarak karşımızda duruyor. Halbuki, yakın coğrafyamızda her geçen gün artan dış güvenlik tehditlerinden daha çok, hala iç güvenliği en büyük bir sorun olarak gören ve kendini buna göre konuşlandıran bir ordumuz var.

 

            Demek ki neymiş, azalabilirmiş ama bitmezmiş. Şu son bir haftalık süreçte bunu Başbakan da kabul etti. Bizim de kabul etmemiz gerekiyor. Terör nasıl ki azalabilen fakat bitmeyen bir şeyse, derin yapılanma da aynı şekilde, etkisi dönem dönem azalabilen ya da dönem dönem etkisini çok fazla gösteren fakat asla bitmeyen bir şeydir.

 

            O halde vatandaş olarak ne yapmalıyız? Maalesef terörle de, derin devletle de bir süre daha yaşamak zorundayız. Yaşadığımız bunca insani drama rağmen, yeni dünya düzenindeki rolümüzü ezberlememiz biraz daha zaman alacak gibi görünüyor.  

 

            Keşke, devletin kendisini iç ve dış mihraklardan korumak için derin yapılanmalara ihtiyacı olmasaydı (evet, bu onların bakışına göre olmazsa olmaz bir elzem ve dahi en büyük vatanseverlik), keşke, teröre bu kadar can vererek ayakta kalmaya çalışan bir ülkede yaşıyor olmasaydık.

 

            Ne yazık ki keşke'lerle yaşanmıyor. Burası Türkiye, burada küçük de olsa, büyük de olsa her şey  kayıt altında ve aziz devletimizin bilgisi dahilinde. Terör de, derin yapılanma da bu hard diskin içinde. Kayıt altında olmayan tek şey, asil milletimin keşke'lerle dolu yitik hafızası. Onu da bir dvd'ye kaydeden olursa, bir gün merak edip bir izleyen de bulunur.

 

Hayat

“Ben yapmadım, o yaptı.”

 

            Murat Belge'nin 14 Ekim'de Taraf'ta yayınlanan makalesi, bana bir gerçeği yeniden hatırlattı. Türkiye'de insanlar, psikolojik bir cenderede yaşıyorlar. “Güçlü Devlet-Zayıf Toplum Düşüncesi”nden çok, psikolojik bir hal bu. Ya zayıf toplumun bir ferdi olmaya razı olacaksın ya da güçlü devletin yanında, kıyısında, yamacında, kendine yer, mevki, makam, para bulmak için mücadele edeceksin.

 

            Ben zayıf toplumun bir ferdi olmayı, düşünmüyorum. Bu noktada ne toplumu zayıf görüyorum ne de kendimi zayıflık psikolojine mahkum etmek istiyorum. Güçlü Devlet'ten yana da olmak istemiyorum. Hele hele güçlü devletten yana olmak, aşağıda birilerinin daha çok ezilmesini ve mağdur olmasını gerektirecekse, hiç istemiyorum.

 

            Durup dururken nerden geldi aklıma… Bir örnek, Rahmetli Ecevit de cüsse olarak zayıftı ve kendisini bu toplumdan görürdü. Onun iktidarlarında, toplum her alanda zayıf düştü ancak ben inanıyorum ki O hiçbir zaman böyle bir şey olmasını istemedi. Yine aynı Ecevit, güçlü devletten yana da olamadı. Hem toplumu hem de devleti çelimsiz bıraktı.  Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranamadan fani dünyayı terk etti.

 

            Benim durmak istediğim yer, Ecevit'in durduğu yer de değil. Başka bir yer, başka bir konum. Güçlü devletin karşısında güçlü birey olarak durabilmek, hatta devletten daha güçlü bir birey olarak, devletin de daha sağlıklı bir güçte durmasını sağlamak mesela. Gücünü, babacan ya da baskıcı yönetim anlayışından değil, bireylerinin özgürlüğünden alan bir devlete ulaşabilmek, en nihayetinde 18 yaşını doldurmuş bir  Türk vatandaş olabilmek… Ne zaman kulağım çekilecek korkusu yaşamamak, ben yapmadım, o yaptı, dememek.

 

 

Futbol

Aşağıya Çek!..

 

            Selim Soydan, “Başarı, kolay elde edilmiyor, kıymetini bilmek lazım.” dedi ve noktayı koydu. Mümtaz Türk Basını, bu hafta da Fatih Terim'i cehennem kuyusuna çekmeye çalıştı. Hani zebaniler, kuyudan her başını kaldırana bir balyoz vuruyorlarmış ve yeniden kuyuya gönderiyorlarmış da, bir ateş kuyusuna gelindiğinde, kimseye dokunmuyorlarmış. O kuyudakiler kimlermiş? Tabi ki Türklermiş. Her yukarı çıkanı aşağı çekiyorlarmış. Fıkra değil, bir Türkiye gerçeği daha. Adam yokluğunda elimizdeki az sayıdaki adamı da harcamak için elimizden geleni yapmaya devam ediyoruz.

 

Sağlıcakla kalın.