Türkiye'nin İsrail sorunu ve karanlık yıllar

xxx12

Dışpolitikamızın 1991'den başlayarak İsrail'i Ortadoğu sorunlarının parçası, dolayısıyla da Türkiye ile doğrudan ilgisi olmayan bir mesele saymasını cumhuriyet tarihinin tamamına ilişkin gerçeklik zanneden bir algı bulanıklığımız var. Yüksek cehalet, tarih bilgisi ve bilincinden yoksunluk, ideolojik taassup ve Haaretz gazetesi yazarı Gideon Levy'nin tabiriyle “İsrail'in paralı korosu” nedeniyle Türkiye'nin Ortadoğu ile ne ilgisi olabileceğini rahatlıkla sorabilen zihinler çıkabiliyor. Onlara göre Ortadoğu Arapların bölgesidir, Filistin onların sorunudur, Türkiye bu “bataklık”tan uzak durup yüzünü Avrupa'ya, sırtını da Ortadoğu'ya dönmeli; pasif, etkisiz ve iddiasız bir ülke olmalıdır!

Türkiye'ye dayatılan bu rolün temel nedenini, ülkenin toplumsal, tarihsel ve kültürel gerçekliği üzerinde yükselen kimliğini bu topraklardan uzak tutma gayretinde aramak gerekir. Bizdeki laikliğin Avrupa'dakinden de, Amerika'dakinden de çok farklı, bambaşka ve kendine özgü olmasının sebebi de yine laiklik ilkesinin toplumsal, tarihsel ve kültürel gerçekliği bastırma, toplumsal çoğunluğun kimliğini görünür olmaktan uzak tutma ve özellikle de İslam'ı tüm tezahürleriyle görünmez hale getirme kaygısını esas almasıdır.

Hal böyle olunca Türkiye'nin Ortadoğu'yla yakınlaşması, ülkenin tarihsel gerçekliği ve kimliğini hatırlaması anlamına geleceğinden Türk dışpolitikasınının temeli Ortadoğu'dan uzak durmaya ayarlanmıştır. Bu çerçevede İsrail, 1991'e kadar Türkiye'nin çevresiyle uluslararası ilişkileri içinde ele alınan bir sorunken, bu tarihten sonra ülkeyi Ortadoğu'dan uzak tutmanın güvencesi olarak görülmeye başlanmıştır.

Fakat bu “koro”nun hesap edemediği şey, Türkiye'yi tarihsel ve kültürel gerçekliğinden uzak tutmak için Ortadoğu'dan uzaklaştırmaya çaba gösterirken yüzünü bütünüyle Batıya dönmenin çare olmadığıydı. Çünkü Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrasında Balkanlar ve eski Sovyet cumhuriyetlerindeki Müslüman nüfusla yakın temas kuran Türkiye, bu kavuşmanın yarattığı yüksek hassasiyet nedeniyle önlemez bir ilgiyle tarihine yöneldiği bir sırada Sırpların Bosna Hersek'e saldırısı patlak verdi. Türkiye'yi kimliğinden uzak tutmak için yüzünü Avrupa'ya döndürenler, Avrupa'nın ortasında Müslümanlara karşı başlayan etnik temizlik ve katliamın Türkiye'de yarattığı heyecan karşısında tam anlamıyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Ortadoğu'dan gelecek muhtemel dalgadan kaçarken, Avrupa'dan akın eden çok daha sarsıcı başka bir dalgayla yüzyüze geldiler. Bosna Hersek faciasıyla aynı dönemlerde İsrail'le ilişkilerin tarih boyunca hiç görülmedik seviyelere çıkarılmasının bir tür tarihsel etkiyi savuşturucu, “İslam savıcı” olarak işlev görmesinin hesaplandığı bile iddia edilebilir. Bu değerlendirmemizin ikna edici kanıtı arasında en önemlisi, Uğur Mumcu'dan başlayarak devam eden karanlık faili meçhuller dizisi ve adına “Hizbullah” denilen mevhum bir örgütün manşetlerden indirilmeyen vahşi cinayetleridir. Şimdilerde Ergenekon soruşturması kapsamında bütün bu olayların hiç de o vakitler kayda geçtiği şekilde cereyan etmediklerine dair kanıtlara bizzat maktüllerin aileleri tarafından dile getirilen şüpheleri ve soruları eklemek icap eder.

Ama gayet iyi biliyoruz ki, 1991'de İsrail'le ilişkilerin büyükelçilik seviyesine yükseltilmesinden hemen sonra Türkiye akıl almaz biçimde freni patlamış vaziyette yokuş aşağı sürüklendi: Faili meçhuller, bu cinayetleri protestolarda İslam'a hakaretler, Güneydoğu'da kanın gövdeyi götürmesi ve nihayet 28 Şubat 1997'de askeri müdahale. 1991-97 arasındaki süreçte Türkiye-İsrail ilişkilerinin, askeri alan başta olmak üzere pek çok sahada stratejik ilişkiyi çağrıştıracak boyutta içiçe geçmesiyle bu karanlık yılların eşzamanlı yaşandığını hatırlayalım.

Türkiye'nin İsrail sorunu, Osmanlı Türkiye'sinin Filistin topraklarının ikinci büyük savaştan sonra İngilizler tarafından işgal edilip Avrupa'dan göçettirilen Yahudilere hediye edilmesiyle başlar. Dolayısıyla işgalciler, işgal altındaki Türkiye topraklarının güneydeki (Filistin) kısmında değil de İstanbul'daki bölümünde de “İsrail”i kurdurabilirlerdi. Laik/ateist Yahudilerin yönetimindeki Yahudi Ajansı, Filistin'in kutsallığına inanmadığı ve Yahudiler için bir ulus devlet kurmaktan başka amaç taşımadığına göre, Sefarad Yahudilerinin varlığını dayanak kabul ederek Pera'dan Mecidiyeköy'e kadar uzanan bölüm, siyonist terör örgütlerinin yıllar süren şiddet ve katliamları sonucunda 1948'de BM tarafından bir emrivakiyle “İsrail” olarak tanınsaydı Türkiye açısından İsrail sorununun bugünkünden tek farkı, mesafenin yakınlığı olacaktı.

İsrail, Türk dışpolitikası açısından, bırakalım stratejik ilişki seviyesinde ilgi görmeyi, sorun kabul edilmekten başka bir muameleyi haketmemektedir. O yüzden Yargı, 1991-97 arasındaki karanlık yılları İsrail'le ilişkilerin tarihte ilk defa bu boyuta yükseltilmesiyle ilişkili olarak soruşturmalıdır. Hatta TBMM'de bu konuda bir komisyon oluşturulmalı ve Türkiye'yi Suriye ile savaşın eşiğine getiren PKK sorunu da dahil olmak üzere, iç ve dış gerginliklerde İsrail'in parmağı araştırılmalıdır. Suriye, Hafız Esed'in hangi vaat veya tehditlerle PKK'nın Şam'da barındırılmasına rıza gösterdiğine dair arşivleri dünya kamuoyuna açıklamalıdır.

Türkiye'nin İsrail sorunu, en az Suriye'nin, Lübnan'ın, Filistin'in, hatta Almanya'nın (ikinci dünya savaşından bu yana her yıl miktarı bilinmeyen haracı ödemeye devam ediyor) İsrail sorunu kadar derin, zarar verici ve kroniktir. Hükümetin yapması gereken, İsrail'in katliamlarına karşı yükselen tepkileri sandığa tahvil etmeye çalışmak değil, ülkeyi İsrail sorunundan ebediyen kurtarmak için inandırıcı, sahici ve kalıcı adımlar atmak olmalıdır.