VERGİ AFLARI VE SOSYO-EKONOMİK ETKİLERİ

Fatih AYDIN

Ülkemiz; Deprem, sel, yangın gibi afet ve mücbir sebepler, siyasi bir takım kaygılar veya ekonomik yapının gerekliliği gibi sebeplerle bir çok kez kamu alacaklarının yapılandırılmasına şahit olmuştur. Örneğin, son 11 yıl içinde; 1999, 2003 ve 2008 yıllarında üç kez vergi barışı düzenlemesi yapılmıştır.

Kamuoyu bugünlerde yine bir vergi affı kanununu beklemektedir. Halen TBMM gündeminde bulunan ve yasalaşmak üzere olan torba tasarının, Cumhuriyet tarihimizin en kapsamlı yapılandırması olacağı ifade edilmektedir. Vergi ve prim borç asılları ile vergi aslına bağlı olmayan özel usulsüzlük v.b. cezaların, uzlaşma, takdir komisyonu ve dava aşamasındaki kamu alacaklarının büyük bir bölümünün tahsilinden vazgeçilmekte, vergi asıllarına ilişkin ise son derece rahatlatıcı ödeme seçenekleri sunulmaktadır. Ayrıca iş adamlarımızın korkulu rüyası haline gelen fiktif stok, kasa ve ortaklar cari hesaplarının cüz’i bir vergi ödemesi karşılığında temizlenmesi amaçlanmaktadır.

Beklenen affın sokağa yansıması da olacaktır. Adi borçlar olarak tanımlanan elektrik, su v.b. borçlar ile emlak vergisi, motorlu taşıt vergisi, trafik cezaları ve sair idari para cezaları da yapılandırma kapsamına alınmaktadır.

Halk arasında vergi affı ya da varlık barışı gibi isimlerle de adlandırılan ve kamu otoritesinin sağladığı bir kolaylık olarak görülen bu türden borç yapılandırmaları iş dünyasında ve vatandaş nezdinde farklı tepkilerle karşılanmaktadır. Kimileri vergisini normal takvim içinde ödeyen sorumlu bir vatandaşın bu tür aflarla cezalandırıldığını düşünmektedir. Bazıları ise kriz ve ekonomik darboğaz gibi sebepleri öne sürerek vergi affının olması gereken bir uygulama olduğunu vurgulamaktadır.

Bir uygulamacı olarak tecrübe ettiğimiz bazı hususlar ışığında vergi aflarını değerlendirelim. Büyük-küçük ayrımı yapmaksızın vergi mükellefi olan iş adamlarımızı, esnafımızı iki bölümde irdelemek vergiye bakışı ve vergi affının nasıl algılandığını ortaya koymak bakımından yararlı olacaktır.

Birinci grupta vergi ve prim ödemelerine öncelik veren ‘’kazanıyorsam öderim’’ mantığındaki mükelleflerimizi değerlendirelim. Bu grup, beyana dayalı vergi ve primlerini zamanında ödemekte, mali hukuk, iş hukuku ve diğer yasal yükümlülüklerine hassasiyet göstermektedir. Piyasa gözü ile örneklendirecek olursak; Personelini SGK güvencesine alan, primlerini gerçek ücret üzerinden ödeyen, vergi matrahını düşürmek için stok ayarlaması yapmak, muhteviyatı yanıltıcı belge almak gibi yasa dışı yollara tevessül etmeyen mükellef grubu elbette ki vergi affı ve benzeri düzenlemeleri pek memnun karşılamayacaktır. Zirâ mükellefiyetin doğurduğu tüm yükümlülüklerini yerine getirmekte ve kendi anlayışına göre yükümlülüklerini yerine getirmeyen mükelleflerin kamuya olan yüklerini göğüslemektedir. Bu anlayış bize göre doğrudur. Fakat üzülerek belirtmeliyiz ki uygulamada, yükümlülüklerini -her açıdan- yerine getirme konusunda bu derece hassas olan mükelleflerimiz çok azdır.

İkinci grup ise birinci grubun aksi uygulamalar içindedir. İkinci grubu, her koşulda gelirini kamudan gizlemek isteyen ‘’şartlanmış’’ bir grup ve gerçek gelirini kısmen beyan edip kısmen beyan etmeyen ‘’ortada’’  bir grup olarak ikiye de ayırabiliriz. Uygulamalarımız sırasında şartlanmış gruptaki mükelleflerin vergi oranları ne olursa olsun -örneğin kurumlar vergisi %1 bile olsa- gelirini devletten gizlemeye meyilli oldukları gözlenmektedir. ‘’Ben kazanıyorum devlet ortak oluyor. Taş atıp kolu mu yoruluyor ki benden vergi alıyor’’ gibi bir mantık içinde hareket ettikleri söylenebilir. ‘’Ortada’’ olarak sınıflandırabileceğimiz mükellefler ise daha çok vergi ve prim yüklerinin ağırlığını öne sürmektedirler ve yüksek oranlardan şikayet etmektedirler. İkinci gruptaki mükellefler hem vergisel yükümlülüklerini zamanında yerine getirmemekte hem de tespit durumunda kesilen cezalardan şikayet etmektedir. Hali ile vergi affı ve benzeri düzenlemeler bu tür mükellefler için bir anlamda cezalardan kurtuluş yolu olmaktadır.

Türkiye’de vergi ve prim oranlarının yüksekliği ve çeşitliliği bir gerçektir. Bize göre vergi türleri sadeleştirilmeli ve vatandaşın vergiye bakışı değiştirilmelidir. Örneğin bir sermaye şirketi; Kurumlar Vergisi, Gelir Vergisi (Stopaj) , KDV, Damga Vergisi, SGK Primleri, Emlak Vergisi gibi vergilerin ve primlerin mükellefi olmak zorundadır. Üstelik bu tür bir şirket; Vergi Usul Kanunu, Türk Ticaret Kanunu, Özel Tüketim Vergisi Kanunu, Özel İletişim Vergisi Kanunu, Motorlu Taşıtlar Vergileri Kanunu, Veraset ve İntikal Kanunu gibi muhteviyat itibari ile birbirinden çok farklı mevzuatında kapsamına girmektedir. İşçi özlük dosyaları, alt işveren çalıştırma yükümlülüğü, İş Kanunundan doğan yükümlülükler gibi düzenlemeler de tabiri caizse işi çığırından çıkarmaktadır. Hâl böyle olunca vatandaşında şikayet ettiği noktalar fazlalaşmaktadır.

Sonuç olarak;

Görevlerini bihakkın yerine getiren mükellefleri de ödüllendirmek sureti ile vergi ve prim yapılandırmalarının piyasayı ve vatandaşı rahatlatıcı bir enstrüman olarak kullanılmasında bize göre bir sakınca yoktur. Ancak bu uygulamaların sürekli hale getirilmesi ve vatandaşta ‘’nasıl olsa üç-beş yılda bir af çıkıyor’’ rahatlığı uyandırması hem duyarlı mükelleflerimiz için haksızlık olur hem de kamu harcamalarının finanse edilmesi açısından son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir.

İş adamlarımıza tavsiyemiz birinci gruba girmeleri için gayret göstermeleridir. Mükellefiyetini yerine getiren iş adamlarımız mali idareye karşı ‘’alnı açık’’ olmanın rahatlığını yaşayacaklardır.  

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.