Ala keçi çift doğurdu, bol ettik sütü yoğurdu...

Mehmet Hoca değişik üslubu olan öğretmenlerimizdendi. Her daim mütebessim bir çehresi vardı. Ciddi göründüğünde bile gülümsediğinde beyaz dişleri açıkta kaldığından simasında sevimli bir görüntü oluşurdu. Yanlış hatırlamıyorsam lise ikinci sınıftayken, İlahiyat Fakültesi mezuniyetini müteakip, Afşin İmam Hatip Lisesi’ne meslek dersleri öğretmeni olarak atanmıştı.

Okula atandığı yıl stajiyer olduğu için bir-iki ay diğer öğretmenlerimizle birlikte derse geldiyse de müfredata aşinalığı, yaşının olgun görüntüsü daha da önemlisi öğrencileriyle çok rahat diyalog kurabilen, yıllardır onların derslerine katılan birisi gibi hareket etmesi herkesin dikkatini çekiyordu. Bu ve benzeri sebeplerle olsa gerek, henüz stajı yarılamıştı ki dersleri tek başına vermeye başladı.

Ders aralarında bolca nükteli sözler ve kısa hikayeler anlatırdı. Ortaokul ve lise hayatımız birlikte düşünüldüğünde, 2-3 yıl derslerimize germesine rağmen, kendisinden neredeyse -Necati Hocamızı hariç- diğer tüm hocalardan işittiğimizden daha fazla hikaye ve özlü sözler-cümleler duymuştuk

Mehmet Hocamızın bir de memleketini anlatamama sorunu olurdu, mesleki tatbikat derslerinde köy ve kasabalara Cuma namazları için gittiğimiz vakit.

Şöyle ki:
Okulumuza yurtdışında çalışan bir hemşehrimizin hibe ettiğini bildiğimiz Ford marka minübüsle, Cuma günleri aynı güzergahta bulunan 3 köye, mesleki tatbikat uygulamaları için giderdik. Aracın şoförlüğünü de çoğu kere okulumuzun müstahdemlerinden Ahmet Duran ağabey yapardı. Her camide, birisi müezzin diğeri vaiz sonuncusu da imam hatiplik yapması için üç öğrenci arkadaşımızla onların sorumluluğunu üstlenen bir öğretmenimiz görevli olurdu.

Aziz okuyucularımdan, İmam Hatip Liselerinin ders ve eğitim durumunu yakinen bilmeyenler için şu açıklamayı da yapmam lazım. Mesleki tatbikat uygulaması olarak bilinen bu usül, hitabet dersi kapsamında yapılırdı. Haliyle her bir camiye giden ekibin sorumluluğunu üstlenen öğretmenlerimiz de İmam Hatip Liselerinde, meslek dersleri diye adlandırılan (Arapça, Kur’an-ı Kerim, Fıkıh -yani İslam Hukuku- Siyer, Kelam, Akaid, Hitabet, Tefsir, Hadis vb.) derslerin hocaları olurdu. Bu öğretmenlerimiz o günkü isimleriyle ya İslam Enstitüsü yahut İlahiyat Fakültesi mezunu idiler. Bazı hocalarımızın yurtdışında, mesela Irak, Suriye, Mısır ya da Libya gibi Arap ülkelerindeki, eşdeğer fakültelerden mezun olup uzun Türkiye’ye geldikten sonra da uzun mücadelelerden sonra denkliklerini alarak öğretmenliğe başladıklarını bilirdik. Haliyle yurtdışı eğitimli olan öğretmenlerimizin Arapça diline hakim olduklarını, okuma-yazma ve konuşmada daha iyi seviyede bulunduklarını görürdük.

Neyse efendim her zamanki gibi -adetim olduğu veçhiyle- konuyu dağıtmayayım, tafsilat bila ihtiyaç… İşte böyle zamanlarda, ne vakit bir köye Cuma Namazı edası için Mehmet Hocamızla gitsek oranın sakinleri, namaz çıkışı biz yabancıların kimler olduğunu merak eder ve köyümüzü-memleketlerimizi sormakla işe başlarlardı. Mehmet Öğretmenimiz, Bilecek vilayetinden olduğunu ifade anlamında, “Ben Bilecekliyim” derdi. İşte olay burada başlardı.

İhtiyarlardan birisi hemen söze:
“Birecik’te, kimlerdensiz?”, diye başlardı. İşte bu anlarda Mehmet Hoca henüz ona cevap vermeden bir başkası,
“Felancıyı tanır mısın bizim dünürümüz olur”, şeklinde söze karışır,
Üçüncüsü, “Birecikli Ehmoların Hasan senin neyin olur. O benim tertibim. Askerliği Kars’ta berabar yaptık. Evleri caminin kıble tarafında hani.”, diye soru yağmuruna tutarlardı.

Tabi bu sorular, bizim öğretmenin Afşin’e bağlı Birecik -yeni adı Alimpınar- köyünden olduğunu düşünüldüğünden sorulurdu. Öğretmen ihtiyarları tebessümle dinler, kendisinin Birecik köyünden değil de Türkiye’nin Batı tarafında, Bursa iline komşu bulunan Bilecik vilayetinden olduğunu anlatmaya çalışsa da nafile. Çünkü bu soruların sahiplerinin neredeyse tamamı ne Bilecik ilinden haberdar idiler ne de hocanın konuşmasındaki şive sebebiyle Bilecek dediğini anlarlardı. Özellikle cami cemaatinden ihtiyar olanlarda, zaten işitme zaafiyeti de bulunduğundan, bu tanışma faslında çoğu zaman adeta bir sağırlar diyaloğu da yaşanırdı.

İşte Bilecikli Mehmet Hocadan derslerde mütemadiyen dinlediğimiz bir çok nükteli olay - hikaye var hatırımızda kalan. Bunlardan birisini yazmak geldi içimden…

Vakti zamanında; güzel yurdumun köylerinden bir köyde, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Kara Veli isimli ağalar yaşarmış. Bunlardan Kara Veli’nin cami ve cemaatla fazla ilgisi bulunmuyormuş. Anlatıldığına göre Kara Veli Ağa, harman zamanı işlerin yoğun olduğu, güneşin köylülerin tepesinden sıcak terler akıttığı bir yaz günü, Cuma Namazı vaktinde, caminin yan sokağından acelece geçmektedir. İşte bu esnada, camide kapı ve pencereler de açık bulunduğu için, imamın sesini işitir ve birden kulak kesilir.

İyice anlamak için bir nefes durup bekler. İmam o esnada hutbede, köydeki ağaların ismini saymaktadır. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali… Aman Allahım der ve duydukları sebebiyle adeta kulaklarına inanamaz. Köydeki diğer ağaların isimleri açıkça ve tek tek sayıldığı halde, kendi adından hiç bahsedilmez. Olacak iş mi bu şimdi. Hocanın yaptığına ne demeli bilmem ki der kendi kendine…

Cemaatın dağılmasını, camiye uzak bir noktada durup bekler. Ve nihayet imam kapıda göründüğünde bir çırpıda yanına varır Kara Veli ve hışımla sorar. Hoca gel bakayım benden ne kötülük gördün sen? Uzaktan Kara Veli Ağa’nın seğirtip geldiğini gören imam içinden, “Acaba bu adam niye gelir ki, bir hayırlı işi ya da mevlidi mi var” diye düşünürken, muhatabından duyduğu soruyla irkilir adeta.

“Söyle bakalım Hoca, benden ne kötülük gürdün bugüne kadar?”
Hoca şaşırmış bir şekilde gayri ihtiyari;
“Estağfirullah Ağam, ne kötülüğü! Yok öyle bir sıkıntı falan”, diye geçiştirmek isterse de ağa devam eder:
“Yahu ne zaman caminin bir ihtiyacı olsa haber verildiğinde ya da duyduğumda el atmadım mı? Sizlere saygı da kusur mu ettik? Evet tarla taban işlerinden namaza gelemiyorum ama iki sene önce Ramazan Bayramında namaza da gelmiştim. Yoksa onu da mı unuttun?” diye soru yağmuruna tutar.

İmam bakar ki konu farklı ve bilmediği bir mevzu var konuşmanın arka planında. Biraz ya sabır der içinden. Nasıl olsa birazdan anlaşılacak ağanın asıl derdi diye düşünür ve cevap vermeden dinlemeyi sürdürür. Çoğu soru şeklinde devam eden Kara Veli’nin cümleleri seyrekleşir ve nihayet:
“Hele de bakayım hutbede köyün diğer ağalarının isimleri sayıldığı halde benim adım neden söylenmiyor!?”

İmam önce anlayamaz bu son soruyu ve gayri ihtiyari, “Ağam yok öyle bir şey. Camide biz neden köyün ağalarının isimlerini hem de hutbede söyleyelim ki. Siz yanlış duymuş olmayasınız!”, şeklinde cevap verir.
Biraz önce sakinleşen Kara Veli bu cevap karşısında tekrar sinirlenmeye başlar ve
“Az önce duymadım mı sanıyorsun? Hutbede bizim köydeki Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ağaların isimlerini tek tek saydın. Ben de bunları, caminin yanından geçerken kendi kulaklarımla açıkça duydum. Evet camiye gelmiyorum ama tarla taban işleri, yakamızdan düşmüyor, sende biliyorsun. Ayıp yahu madem köyün diğer ağalarını saydın hutbede, benim de ismimi söylemen icap etmez miydi?”, der.

Nihayet hoca muhatabının derdini anlar ve içinden bir oh çekip açıklamaya başlar. “Yahu Ağam sen yanlış anlamışsın. O isimler köyün ağalarının adı değil. Halife efendilerimiz onlar, yani ilk dört halife. Tüm camilerde okunur sadece bizim burada değil.” der. Lakin Kara Veli’nin inadı inat. Bir türlü inanmaz hocaya. Konuyu tatlıya bağlamak için bir teklifi olduğunu, kabul etmezse de karşılığında hocayı köyden kovduracağına dair tehditte bulunur…

Hoca ne yapacağını, nasıl davranacağını hesaplarken, muhatabı teklifini hemencecik söyler. Vakit kaybetmeden bundan sonraki ilk Cumada, Kara Veli öğle vaktinde camiye namaza gelecek. Hutbede diğer ağaların ismiyle kendi adı da söylenecek. Üstelik daha önceleri söylenmediği için hoca cezalı. Bu sebeple köpeği “Masmas” ında adını hutbede zikredecek. Bunu yaparsa kendisine 40 koyun verilecek. Aksi halde tasını tarağını toplayıp kendisine başka köyde imamlık yapacağı bir cami arayacak…

İmam yapılan bu saçma teklifi ve Kara Veli’nin inadını zihninde tartar. Yahu bu deliyle başa çıkmak mümkün değil. Adamın ne yapacağı, nasıl davranacağını kestirmek de mümkün değil. Köylüye bu adam böyle bir şart koştu bana dese kimse inanmayacak. Öte yandan teklifi kabul ederse ödül de fena değil. Hatta nasıl olsa köyde Arapça bilen kimse de yok. Ağanın adını söyleyebilirim ama şu “Masmas” işi de nereden çıktı ki şimdi diye düşünür. Ağaya, “Tamam seni kırmayayım ama şu köpek işi hiç iyi olmadı. Kıtmir değil ki adını söyleyeyim hutbede” dese de, öbürü inadından bir adım geri atmaz. Ya hep ya hiç vaziyetleri anlayacağınız…

Son olarak taraflar şu şekilde kavilleşirler. Önümüzdeki Cuma namazına Kara Veli de gelecek. Hutbede beşinci isim olarak Kara Veli ve köpeği Masmas ile birlikte zikredilecek. Karşılığından 40 koyun hocaya verilecek ama bu iş aralarında sır olarak kalacak… Ağa bu konuyu hiç kimseye demeyeceğine dair Yemin Billah eder. Aksine davranırsa namusu, şerefi ve Masmas’ın ölüsünü görmüş olayım diye söz verir…

Taraflar Cuma gününü beklemektedir. Hoca anlaşma için bir taraftan pişman ama öte yandan bu laf anlamaz adamla uğraşıp başını da belaya sokmak istemiyor. Ayrıca şu kırk koyun işi de fena değil yani diye düşünüyor…

Zaman çabucak geçiyor ve beklenen gün geliyor, ezan okunuyor. Cuma namazının sünneti eda edildikten sonra imam ağır adımlarla minbere yöneliyor. Camidekiler o gün yıllar sonra namaza gelen Kara Veliyi göz ucuyla süzüyor, bir anlam veremiyorlar bu işe. Adeta hangi dağda kurt öldü de bu adam namaza geldi diye birbirlerine bakıyorlar. Bu nazarlardan biraz rahatsız olsa da, imama söz geçirdiği ve birazdan kendisinin isminin de hutbede okunacağını bildiğinden, gayet memnun ve mütebessim bir halde arada bir başını kaldırıp çevresine, “görürsünüz adım hutbede nasıl da söylenecek dercesine” bakınıyor.

Hutbe henüz imamlara “52 hafta 52 hutbe” isimli kitabın henüz yayımlanmadığı bir dönemde okunduğundan olsa gerek; hoca yaz aylarında çiftçilerin özellikle arpa-buğday hasadı sonrasında, tarlada kalan sapların yakılmaması, bu halin hem toprağa hem de börtü böcek dahil tüm canlılara zarar vereceği, rüzgarın etkisiyle de komşu arazilerdeki ekinlerin de yanacağı hasılı, içtimai ve mali yıkımlara sebebiyet vereceğinden dikkat edilmesi gerektiği gibi hususlar temas ediyor.

Aslında her hafta okunanlara göre hutbe daha kısa, lakin camiye bu cuma gelen iki yabancıdan birincisi uzun yolun yolcusu olduğundan, makul buluyor süreyi ama diğeri için bir türlü bitmiyor. Söylemeyecek mi acaba adımı diye düşünürken, imam “Ebubekr’e ve Ömer’e ve Osman’a ve Ali ve Kara Veli’yle fi Masmas” diyor… Hutbenin bu son iki kelimesini imam, adı zikredilen ağa dışında o gün başka bir köye doğru giderken, namaz için camiye gelen yabancının da dikkatini çekiyor.

Arapça bilen bu yabancıyı imam camide görmüştü ama köylülerden birisine benzetmişti. Meğer benzettiği kişi değilmiş. Bu hali aynı şahsın, yanlış kelime söyledin dercesine öksürmesiyle fark etmişti. Tabi minberde istifini hiç bozmadan, hutbenin rutin cümlelerini söylemeye devam eden imam:

“Üskütu ya ehi. Haza amelün erbaiyne ganemen. Nısfin li nisfin lek”. Sus ey kardeş. Bu işte 40 koyun var. Yarısı bana yarısı sana” Tabi bu cümle Arapça söylendiğinden ne camaat ne de Kara Veli bir şey anlamıyordu…

Bu hikaye gibi başlıkta yazılan, “ala keçi çift doğurdu/bol ettik sütü yoğurdu” deyimi yahut mısrasını da Mehmet Hocamızdan işitmiştik.

Hocamızla lise mezuniyetimiz sonrasında bir irtibatımız olmadı. Lakin sınıf arkadaşlarımızdan Mehmet’in hocanın memleketi olan Bilecik’te (Afşin’in köylerinden olan Birecik değil, karıştırmayalım lütfen!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum