APARTMAN

“Turgut’un oturduğu apartman, büyük şehrin kuzey doğu­sunda, enlemi kırk bir derece sıfır sıfır dakika kuzey ve kırk bir derece sıfır sıfır dakika bir saniye kuzeyle boylamı yirmi dokuz derece on iki dakika doğu ve yirmi dokuz derece on iki dakika bir saniye doğu olan noktalar arasında sıkışan bir arsa üzerine kurulmuştu. (...) Bina, enlem ve boylam noktaları arasına sıkıştığı gibi, daha yüksek birçok apartmanın ara­sında ezilmişti. Bu nedenle, kuzey rüzgârlarına kapalıydı ve güneyindeki apartmana bitişik tavan, yağmurda biraz akı­yordu. İnsanın kendi evi olmadıkça, bunlara katlanmak ge­rekiyordu. (...) karşıdaki iki apart­manın çatı katları arasındaki küçük boşluktan, önce bir iki servi ağacı ve daha uzakta soluk mavi renkli bir çizgiden ibaret olan deniz görünüyordu. Turgut, apartmanların arka cephelerine baktıkça, yapıla­rın neden iki ayrı cephesi olduğunu; neden, duvara daya­nan kanepelerin arkasına kötü kumaş kaplamak gibi bu “modern” apartmanların da arka cephelerinin yüzsüz bir insan gibi anlamsız olduklarını ve üstlerine her zaman ne­den sarı badana vurulduğunu düşünürdü. “Bitişik düzen” denen anlaşılmaz sistem, öteki iki cepheyi sadece “yan cep­he” adı verilen ve görünmeyen bir varlıktan, bir deyimden ibaret bırakmıştı.(...)  Dairenin içine gi­rince de bazı küçük aksaklıklar... duşun tepenizden akma­ması, sıcak suyun tam yıkanırken soğuması, mutfakta evyenin sık sık tıkanması, hamamböceklerinin alışkın hareket­lerle bütün odalarda dolaşması gibi küçük ayrıntılar. İnsan bunları neden görür? Daha doğrusu neden bunlara takılır aklı? Basit: demek yürümeyen birşeyler var. Evet, ama yürümeyen şey nerede? Eşyada mı? Yoksa.... Turgut henüz düşünemiyordu; yalnız bir huzursuzluk, (...) Eve döner­ken acele etmek için bir ihtiyaç duymuyordu içinde, örnek olarak. Bu ihtiyaç eksikliğini de düşünmüyordu aslında; sa­dece, eve dönerken acele etmiyordu (ATAY, 1989: 27- 29).

 

Oğuz Atay, yukarıdaki satırlarda, Tutunamayanlar’da Turgut’un oturduğu apartmanla ilgili problemlerinden bahsediyor. Türk Toplumu anlaşılmaz bir şekilde “bitişik nizam” denilen apartmanlarda yaşadı. O’nun yazdıkları, modern insanın bir türlü “eve girememesi” yahut eve gelse bile bir türlü huzuru bulamaması ile ilgili. Hani 80’li yılların tüyü yeni bitmiş, çocukluktan yeni delikanlılığa geçmiş genç erkeklerinin, parasızlıktan ayakkabı tedarik edemeyip babalarının derisi yüzülmüş ama boyanıp cilalanmış, bir de üstüne dakikalarca fırça atılıp iyice parlatılmış ama bir iki numara büyük geldiği için yürüdükçe ayaktan çıkıverecekmişçesine portlatarak giydikleri kunduraları gibi bir iğretilik var bu işte. Yürüdükçe ortaya çıkacak komiklik, delikanlının yüzünü kızartan uzaktan sevdalısı Aysel’in “bu sana ait değil” diyiverecekmişçesine gülüp eliyle ağzını kapatmasını, o inci gibi dişlerini gizlemesini, hatta biraz daha gülse beliriverecek gamzelerinin güzelliğini örtmesini haklı çıkaracaktır. İşte oturduğumuz evler de bu derece komik, bu derece yabancı bize. “Yahu ben Osmanlı zamanlarında küçük müçük ama ne ferah, ne kalbi geniş adamların yaşadığı evlerde yaşıyordum, ne daracık ve belki karanlık sokaklardan geçiyordum” da denilebilecek bir huzur kaybedilmiş görünüyor. Garip bir tevafuk ki, benim de oturduğum apartman tıpkı Turgut’un oturduğu apartman gibi bitişik nizam. Ben de iki apartmanın çatı katları arasındaki boşluktan nasibim olan manzarayı seyrediyorum. Mekandan istifade etmek ve kışın soğuğundan kurtulmak için balkonları kapatılıp nefes alma imkanı kalmamış kasvetli yüzlü sıradağlar gibi dizilmiş binaların bulunduğu bu sokakta yaşıyorum. Gerçekten de bazı akşamlar benim de eve bazen gelmeyiveresim tutuyor. Turgut bunu açıklayamadı ama ben açıklıyorum; eve gelmekten yüksünüyorum çünkü mesaiden sonra dışarıda her şey bana hizmet ediyor. Nefis yemekler, büyük ekranda maç ya da film seyredeceğim mekanlar, şu bulvarın karanlık geceyi ısıtan ışıkları. Zaten trafiğin yoğun olduğu bu saatlerde eve geçmek demek en az bir saati yollarda heba etmek değil midir?

 

Adorno’nun Minima Moralia’da yazdığı şeylerin bize nasıl da sirayet ettiği ortaya çıkıyor: “Sözcüğün alışılmış anlamıyla barınak, artık imkansızdır. (...) Bir tabula rasa üzerinde inşa edilen o modem, işlevsel konutlar (...), uzmanların zevksizler için imal ettiği, içlerinde yaşayanlarla hiçbir bağlantısı olmayan yaşama kutularıdır, (...) Ev, geçmişte kalmıştır. Çalışma ve toplama kampları kadar, Avrupa kentlerinin bombalanması da, teknolojinin içkin gelişmesiyle eve çoktan biçilmiş olan hükmün sonunda infaz edilmesidir sadece. Evler eski konserve kutuları gibi kullanılıp atılacak şeylerdir artık” (ADORNO, 1998: 39- 40).  Evimiz’i kaybettik ve yaşadığımız yerler de markamızı, statümüzü, kariyerimizi, “bir emekli olalım sonra” diyeceğimiz ertelenmiş özlemlerimizi tıkıştırdığımız mekanlar haline geldi.

 

Evet aradan onca yıl geçti; artık böyle “bitişik nizam” denilen iki cepheli, ışığı bir ön ve bir arka cepheden alan tuhaf  binalar yapmıyoruz. Toplu konut icat oldu; apartmanlardan iki üç tanesini yan yana dizmektense üst üste bindirip tarlaların ortasında gökdelen inşa ediyoruz. Çok şükür manzaramız var ama pencereden bakınca başım dönüyor.

 

  • ADORNO Theodor W., Minima Moralia, Metis Yayınları, 1998
  • ATAY Oğuz, Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 1989

  

Önceki ve Sonraki Yazılar