Araçsal aklın sefaleti ve İslâm'ın "ufuklar"ı -1

İki büyük dünya savaşı, yalnızca Osmanlı'nın / İslâm medeniyetinin durdurulmasının değil, bizzat Batı uygarlığının da bitişinin ilanıdır aslında.

Yani iki dünya savaşıyla birlikte bilfiil olarak biten şey, 1648 Westfalya Anlaşması'yla temelleri atılan üç asırlık Avrupa Dünya Düzeni değildi yalnızca. Biten şey, Tanrı, kâinât ve insan fikrini yitiren Batı uygarlığının kendisiydi aynı zamanda.

Batı uygarlığı, rönesans ve reformasyon'la birlikte insanı özgürleştirme kaygısıyla çıktığı, o nefes kesen fırtınalı yolculukta, her şeyi vareden, herkese varolma imkânı sunan bir tecrübe üretmemiş, aksine her şeyi yok eden, bu arada kendisini de bir yokoluş kaosunun eşiğine sürükleyen bir yok oluş ve yok ediş tecrübesi üretmişti.

Bugün Batı uygarlığının özellikle Amerikan tecrübesiyle dünya üzerinde ekonomi-politik, kültürel ve askerî hegemonya kurmuş olması, Batı uygarlığının, felsefî, fikrî, sanatsal olarak insanlığa daha insanca, daha anlamlı, daha derinlikli bir hayat sunuyor olmasından kaynaklanmıyor: Araçsal akıl diye bir şey icat etmesinden kaynaklanıyor.

Peki ne demek araçsal akıl?

Araçsal akıl, parça'nın mutlaklaştırılması ve bütünün parçalanması, bütün fikrinin kaybedilmesi ve bütüncül kavrayışı mümkün kılan bakış'ın yitirilmesi demek.

Rönesans ve reformasyon'la birlikte Avrupa'yı kuran bu "parçalı akıl", aynı zamanda bir uygarlık olarak Batı uygarlığını felsefî, düşünsel ve sanatsal olarak bitiren, yok eden, yıkan tohumları bünyesinde barındıran, kısaca varedici, hayat bahşedici, herkese hayat sunucu bir akıl değil, başkalarına, başka medeniyetlere hayat ve varolma hakkı tanımayan yok edici bir akıldır.

Modern Avrupa'yı kuran ve postmodern Amerika'yı küresel hükümran kılan üç büyük devrim yaşandı: Fransız, Alman ve İskoç aydınlanmasıyla gerçekleşen "düşünce" devrimi; İngiliz, Amerikan ve Fransız siyasî devrimleri ve ilk ikisi büyük ölçüde İngilizlere, sonuncusu da Amerikalılara ait olan iktisadî devrimler.

Bu devrimler, kilise paganizminin insanı ve iradesini devre dışı bırakan varoluşsal şiddetine karşı insanın özgürleşmesi vaadiyle hayata geçirildi: Bu üç devrimde de başvurulan, başköşeye kurulan temel "araç" akıl'dı: Ama araçsallaştırılan bir akıldı bu: Yani aklın her şey katına yükseltildiği, her şeyi açıklayabileceğinin düşünüldüğü bir putlaştırma, bir paganizm biçimiydi bu.

Akıl, putlaştırıldıkça, insan özgürlüğünü yitirdi: Zaman zaman zikrettiğim gibi, bu durum, Weber tarafından modernliğin "demir kafes" olarak nitelendirilmesine, modernliğin "özgürlük kaybı" ve "anlam krizi" üretmesine; Foucault tarafından da insanın "modernliğin hapishanesine kapatılmasına", özne olarak insanın ölümüne, yok olmasına yol açtığını söyledikleri hem kendini, hem de başkalarını, hem kendi hakikatini, hem de başka medeniyetlerin hakikat kavrayışlarını yok ediş sürecine dönüştü.

Descartes'ten Spinoza'ya, Locke'tan Hobbes'a, Kant'tan Hegel'e kadar gerçekten "sıkı" filozof olarak bildiğimiz kişiler, felsefelerini kurarken hep siyasetin, dolayısıyla aklın sınırlı dünyasını, siyasetin de, aklın da kaldıramayacağı ve içten içe patlayarak kusacağı bir siyaset felsefesine dönüştürdüler; bu çaplı filozofların hiç biri gerçek anlamda düşünür olma imkânına kavuşamadılar.

Sonuçta entelektüel, ekonomik, teknolojik, sosyolojik ve siyasî rasyonaliteler, insanın araçsal aklın kıskacında kıvranmasına, hayatın ruhsuzlaşmasına, hayatın yalnızca çıkar çatışmalarından ibaret bir çatışma / savaş arenasına dönüştürülmesine yol açtı; bu kaotik durum son tahlilde, insanın Tanrı'yla, kâinât'la, diğer insanlarla çatışmasını meşrulaştırmasıyla, mevcut kapitalist-seküler hayat-dünyasının rasyonelleştirilmesiyle, Şirin Tekeli'nin nefis çevirisiyle "aklanması"yla sonuçlandı.

İşte Nietzsche'den itibaren bütün Batılı düşünürlerin bize bir umut ışığı ve ufku sunmak yerine, bu araçsal aklın bizi sürüklediği varoluşsal şiddet ortamına, aklamacılık barbarlığına, ontolojik şiddete dikkat çekmelerinin ve epistemolojik kötümserlik üretmelerinin nedenleri burada gizlidir.

Geldiğimiz nokta, aklamacılığın medyalaşmayla birlikte, insanı hayattan kaçırarak hayata tutundurmaya çalıştığı, insanı kendi fetişlerinin, hızın ve hazzın ayartıcı, estetize edici yöntemlerle yok edici dar dünyasına hapsettiği, sonu türlü nihilizm biçimlerine varan epiküryen, rölativist, atomlaştırıcı, vicdanımızı, kalbimizi, ruhumuzu, kısacası bütüncül bakış'ımızı yok edici bencilliklerimizin, pranga'ya dönüşen pragma'larımızın neo-barok dünyasıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar