Asker ve sivil, hakiki ile sahte

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ 'sahte' olarak nitelendirdiği 'İrticayla Mücadele Eylem Planı' adlı belgenin kim/ler tarafından ve ne amaçla hazırlandığını merak etmiyor mu?

Herhalde merak ediyordur; ancak dün yaptığı basın toplantısını aklımda bu soru olduğu halde baştan sona izlediğim için olmalı, toplantı bittiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadım: Belge ister 'hakiki' olsun ister 'sahte', ülkemiz ve ilgili bütün taraflar için en önemli olan nokta “Kim ve neden?” sorularıyla elde edilecek cevaptır çünkü... Oysa Org. Başbuğ askeri savcılık tarafından 'sahte' damgası vurulan belgenin sivil savcılarca bütün boyutlarıyla araştırılmasını istemiyor gibi konuştu.

Sivil savcılar herhalde hukuk düzeninin kendilerine verdiği yetkiyi kullanıp olayı bütün boyutlarıyla inceleyecekler, belgenin 'hakiki' veya 'sahte' olduğu yolunda edinecekleri kendi kanaatlerine göre, belgeyi hazırlayan kişi/ler ve amaçlarını da ortaya çıkartacaklardır.

Toplantı sonrasında yorum yapanların üzerine basarak özellikle öne çıkardıkları yön, 'demokrasi vurgusu' oldu. Basın toplantısında birkaç kez tekrarlanan Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin (TSK) demokrasiye ve hukuk düzenine bağlılığı sözü elbette önemli; ancak TSK dahil devletin bütün kurumlarının anayasada sayılan Cumhuriyet'in niteliklerinin ('demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti') bütününe bağlı olmalarını ne zamandan beri kurumun başındaki devlet memurunun sözlü teminatına bırakıyoruz?

Esas üzerinde durulması gereken ise, Org. Başbuğ'un 'belge'den hareketle TSK'nın medya üzerinden yürütülen bir 'asimetrik psikolojik savaşa maruz kaldığı' iddiasıdır. Bu iddia bizdeki medyanın büyük bir bölümünün 'hakiki' olduğu yönünde ciddi kanaat oluştuğu dönemde bile 'belge'yi küçümser bir yaklaşım benimsemesi yüzünden hayli havada kalıyor. Medyanın kuşku duyan bölümü ise, bu kuşkuya yalnızca eldeki belgeden hareketle varmış değil; yakın geçmişimizde eldeki belgeyi masum bırakacak çapta müdahaleler yaşadığımız bir gerçek...

Şu son on-küsur yıl içerisinde yaşadığımız olağanüstülükler yanında eldeki belgede öngörülen 'eylem planı' bayağı hafif bile kalıyor.

En son 2006 tarihli üzerinde 'Lâhika' yazan 'andıcı' hatırlamamız yeterli. O belgeye göre, TSK adına hareket eden bir birim, ülkemizin öndegelen pek çok ismini 'devlet düşmanları' diye bir kategori altında suçlayabilmişti. 'Andıç' ilgili birimin hemen herkesi izleyip fişlediğini dışa vuruyor ve suçladıkları arasında eğilim ayırımı da yapmıyordu.

Rahmi Koç, Bülent Eczacıbaşı, Oktay Ekşi gibi isimleri 'devlet düşmanı' olarak görebilen bir zihniyeti yansıtıyordu 'Lâhika' başlıklı andıç... 'Hakiki' olduğu sonradan anlaşılan o belgenin altındaki imzayı 'İrticayla Mücadele Eylem Planı' adlı belgenin müellifi olarak görenler neden bu yeni belgeyi 'sahte' sansın?

Galiba sorunun düğümlendiği yer de burası: Asker-sivil ilişkilerinde mutlaka ortadan kaldırılması gereken bir 'güven' sorunu var ve sorunun üstesinden gelebilmek için özellikle askerlerin daha büyük bir çaba göstermesi gerekiyor. 2006 yılında hazırlanan 'Lâhika' adlı andıç kamuoyunun bilgisi dahiline girdiğinde, Genelkurmay Başkanlığı, ülkemizin öndegelen işadamlarını, aydınlarını ve siyasetçilerini 'devlet düşmanı' gören zihniyeti saflarından tasfiye edebilmeliydi.

'Hakiki' belgede kendinden bekleneni yapmayan kurum, daha sonra ortalığa dökülen belgelerin de 'hakiki' olarak algılanmasını sağlamış oldu. Tasfiye gerçekleşeydi, tartıştığımız belge üretilemezdi.

Yine de sevinelim: Bu son belge üzerindeki tartışmalar, sivillerle ve özellikle de siyasi iktidarla daha 'güvenilir' bir ortamda buluşma zorunluluğunu askerlere hatırlatmış olmalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar