Başkanlık mı? De Facto Yarısı mı?

Siyaset bilimi parlamenter ve başkanlık sistemlerini ayrı ayrı sistemler olarak değerlendirir. Parlamenter sistem ingiliz sömürgeci anlayışının yayılması ile dünyada yer etmiştir. Modern devlet anlayışının en yaygın modeli olarak önümüze çıkmaktadır.

Politik ilimlerin bakış açısı ile değerlendirecek olursak, başkanlık sisteminin veya yarı başkanlığın daha cari olduğu kanaati oluşur. Dünya devletlerinin çoğunda başkan ve hatta kuvvetli bir başkandan söz etmek mümkündür.

ABD ve etki alanına giren Latin Amerika’da farklı varyasyonlarıyla bile olsa bunları görmekteyiz.

Kara Avrupasında parlamenter sistemin bu denli yerleşmesinin sebebi ise 18. ve 19. Yüzyılda hükümdarlara karşı kazanılan mücadelenin kolay kolay kaybedilmek istenmemesinde yatmaktadır.

Başkanlık sistem olarak yürütme ve yasamanın birbirinden sıkıca ayrıldığı bir durum arzeder. Bu sistemde başkan aynı zamanda hükümetin başkanı, ordunun komutanı, partinin lideridir ve istediği zaman bakanlarını atayıp görevden alma yetkisiyle donatılmıştır.

Hükümet üyelerinin milletvekillikleri düşer ve başkan parlamentoyu feshedemez.

Başkan meşruiyetini halk tarafından direk seçilmeye borçludur.

Kuvvetler arası denge gereği parlamentoyu kontrol görevi de uhdesinde olan başkan, çıkarılan kanunlara veto koyabilir.

Parlamento da başkana karşı bu sistemlerde tamamen kayıtsız değildir. İdari organlara yapacağı yönetici atamalarında onay, şartlar gerektirdiğinde de kendisini görevden alma hakkına sahiptir.

Başkanlığın en klasik örneğine Amerika Birleşik Devletleri’nde rastlanmaktadır. Belki en ideal uygulama alanı olarakta ortaya çıkan ülkedir. Erkler bibirinden bağımsız ve özgürce hareket etmektedirler.

Fransa 5. Cumhuriyet’le parlamentonun zayıf olan noktalarını izale etmek için ara bir formül bulmuş ve yarı başkanlık denilen modeli uygulamaya koymuştur. Başkan her ne kadar başbakanı atama ve görevden almaya yetkili olsa da kendisi de meclise karşı sorumludur.

Portekiz 1910’da hükümdarlığa son verilen ve Fransız sistemine yakın bir modeli benimseyen, Avrupa’nın İsviçre ile birlikte en eski cumhuriyetidir.

Latin Amerika gibi Doğu Avrupa ülkeleri de güçlü liderlerin idareyi ele aldıkları bir resim çizmektedir. Rusya’da da trend güçlü bir adamdan yanadır.

Gerek Afrika gerekse Asya ülkeleri de kuvvetli başkanların idareyi deruhte ettikleri bir hal arzetmektedir.

Toplumlar demokratik sistemin zayıflığı dolayısıyla, karşılarına çıkan ve baş edilemeyen krizlerle bu zor zamanlarda mücadele edecek güçlü ve otoriter liderler aramışlardır. Bu minvalde sorunlar, başkanların ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, onlar da bunu fırsat bilip tek güç olma yolunda adımlar atmıştır.

Başkanlık sisteminin totaliter yapı kazanma yönündeki meyline iki kontrol aracı engel olur. Parlamento, kamuoyu, anayasal kontrol ve seçimler gibi denge unsuru olacak kurumlar ve bütün bunlara çalışma kabiliyeti sunan gelişmiş bir sivil toplum.

Batı demokrasileri de parlamenter sistemi, seçerek değil, şartların kendilerine bu sistemi zorlaması neticesi kazanmışlardır.

Böyle olunca parlamentarizm de illa da istikrar manasına gelmektedir denilemez.

Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’ın tekrar aday olmayacağını açıklaması sonrası başlayan aday arayışları, bu makamın kuvvetli bir şansölye varken gerekliliğini sorgulatmaya yol açmıştır.

AB’nin kuvvetli bir başkan arayışı da kara avrupasının gelecekte alacağı yönle ilgili bilgi vermektedir.

Sembolik bir temsilden öteye geçmeyen cumhurbaşkanlığı ve vesayet ön yargısıyla yaşamak zorunda olan bir başbakanın teşkil ettikleri çift başlı bir yönetim yerine güçlü ve etkili bir başkan, hem içeride güçlü bir konsensus sağlayacak hem de dışarıya karşı devleti en iyi şekilde temsil edecektir.

Makamları şahıslarla kayıtlı sayıp hakettikleri konumu vermemek siyasal kültür sahibi toplumlara yakışmaz.

Unutmayalım ki, güçlü demokrasiler, başkanlık sisteminin de en bariz göstergesi kabul edilen karizmatik liderle sarsılmaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar