BİLGİ ALİM ve ARİF

Bacon’a göre, insan, ‘tabiat’ı anlar ve ona hükme­der. Bunu hem nesnelere hem zihne bakarak yapar. Bacon'a göre anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür ve bilmek yapmaktır. Bu bilgiyi elde etmek için ‘tabiat’ın kanunlarına uymak gerekir. Aslında ‘tabiat’a hakim olmak için- onu anlamak gerekir. Bilim ve bilime dayalı teknoloji fikri burada ortaya çıkar. Bacon’a göre önceki insanlığın üç devri (Eski Yunan, Roma, Hıristiyan Batı Avrupa) Doğa Felsefesini başlı başına uğraş alanı kılamamıştır. Bu nedenle doğa ile ilgili bilgiyi doğadan alamamıştır. Oysa “tabiat önden kilitli, fakat arkadan açıktır” (BACON: 1999: 85).Doğaya işkence ederek bilgiyi almak gerekir. Dolayısıyla “deneye ağırlık verildiğinde ve aksiyomlar da deneyden türetildiğinde, doğa imparatorluğunu ele geçirebilecek veya idare edebilecek bir fırsat” ortaya çıkmış olur. O, bir buluş yapmanın, bölgesel bir kahramanlıktan daha üstün olduğunu; hatta “tanrısal işlerin, yeni yaratımları ve taklitleri” olduğunu (BACON: 1999: 92) söyleyerek yeni insan kimliği hakkında işaretler verir. Bu, modern insanın gelişidir. Keşif ve buluşlar nedeniyle “tanrısal”laşan yeni insan, modern telakkilerini standart kabul ederek Batı- dışı toplumları ilkel, vahşi, gayrı- medeni tanımlamıştır.

Bacon, doğayı insan bilginin nesnesi haline getirip, onu insanlığın hizmetinde sömürülebilir bir değere döndürmek istiyordu. Bilgi, “güç bilgisi” halinde istimal edilmeliydi. Bilgiyi elde etmekle insan “tanrısal” bir varlık kazanmaktaydı. Bu nedenle deneysel araştırma yöntemi saldırgandı. Ona göre tabiat, insanlığın sömürüsüne açık, hizmet etmeye mecbur ve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir varlıktı. Bacon, doğanın sorguya çekilmesi gerektiğini söylemekteydi. Bunu ifade ederken reddettiği şey, bilim adamının doğa karşısında, onun söyleyeceklerini bekleyen ve kavramlarını onun kendisine lütfettikleri üzerine kuran saygılı ve dikkatli bir dinleyici tutumu sergilemesiydi. Bacon bunun için iki kural ileri sürüyordu: İlki; bilim adamının neyi bilmek istediğine kendisi karar verip bunu kendi kafasında soru haline getirerek önceliği alması gerektiği;ikincisi de, doğayı yanıt vermeye zorlamanın, artık dilini tutmasına imkân vermeyen işkenceler geliştirmenin yollarını bulması gerektiği idi (YAKUPOĞLU, 2006). Bacon’un tavrı, tabiat varlıklarının üstüne çıkmayı bir manada tanrısallaşmayı içeriyordu.

 

Yuhanna İnciline göre de bilgi tanrısaldı: 1: 1) “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. 1: 2) Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. 1: 3) Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı”. İsa, Logos idi. Logos: “kelam, söz” kelimesi ile ifade edilir. İsa Mesih başlangıçtan beri var olan, Tanrı ile birlikte olan Söz’dü. 1: 3 ayetine göre dünyanın ve içindekilerin Tanrı’nın sözü ile yaratıldığını görüyoruz. Yani Logos Tanrı’nın söylediğini yerine getiriyor, Tanrı isteğinin yerine getirilmesi ve yaratılış Logos aracılığı ile gerçekleştiriyor. Yuhanna Logos’tan bahsederken O’na bir kişilik atfediyor. Logos beden almıştır ve aramızda yaşamıştır, (1:14) ve insanlar Logos’u görmüş, dokunmuş ve birlikte bulunmuşlardır. İnsan bedenine dönüşmüş Logos olan Oğul (İsa Mesih) ile bilgi “Tanrısallaşmıştır”.  Logos’un durumu Batı’lı bilginin sorunlu bir alanını oluşturuyor. Batı bilgisi “tanrısal” ve mücessem bir şey. Ama aynı zamanda “öldürülebilir” bir bilgi. Çünkü Batı ilahiyatına göre insanlar “tanrı ile savaşıp yenebilirler”. Tevrat/ Yaratılış 32: 24) Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti. 32: 26) Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi. Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıtladı. 32: 27) Adam, “Adın ne?” diye sordu. “Yakup.” 32: 28) Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrıyla, insanlarla güreşip yendin.”

Tanrısal olanla kavgaya girişen Batı’lı bilginin temel yaklaşımının iktidarı (gücü) yıkmakla ilgilenmesi tabii idi. Alt edilebilen bir “bilgi”nin “hakikat” vasfını red etmeleri şaşırtıcı değildir. Batı’da “tanrı” yani logos dünyaya inmiş ve sonra da öldürülmüştür. Batı’da saldırganlığın temeli logos’un kendisi idi. Herkes logosu ele geçirmek ve “tanrısallaşmak” istiyordu. Mitolojide Prometheus de “insandan yana bir tanrı” olarak ‘bilgi= ateş’i gökten çalıp aşağıya yani dünyaya getirir.

 

Bu üç söylemde de bilgi “tanrısal” bir şeydir. İnsana verilmemiştir. Yalnızca İslam, bilginin insana verildiğinden bahseder. Bilgi, Adem’e verilmiştir (Bakara 2: 30), melekler her şeyin ismini sayan Adem’e secde etmiş (boyun  eğmiş)lerdir. Bilginin verildiği sırada Adem henüz peygamber değildir. Zaten bilgi ona peygamberlik bilgisi olarak değil eşyayı kavramlaştırma bilgisi olarak verilmiştir. “Bilgi” ve “söz” ayrı kategorilerdir.

 

İslam düşüncesinde bilginin kaynağı nedir ya da insan nasıl bilebilir?:

  1. Vahiy: İslam öteki kitaplı dinlerin de bildirdiği gibi vahyi bilginin temel kaynağı sayıyor. Vahiy ya melekler vesilesiyle ya da doğrudan doğruya resul- nebilere gelir. Batı düşüncesinin bunu reddetmemesi gerekir. Zira İsa’nın logos olarak indiği iddiasına inanmaktadırlar. Vahyin izahını Kitap şu ayette beyan etmiştir: (42 Şura 51).
  2. Gözlem : Batı bilgisinin kaynağı olan gözlem aynı zamanda Kabilyen toplumların da bilgi kaynağı idi. Kabil, Habil’i öldürüp Adem’in kavminden ayrılınca “bilgi” parçalandı. Kabilyen bilgi tarihsel manada ilk secüler bilgi formudur. Secüler, yani dini reddetmeyen ama ahkâmı reddeden. Kabil’in gözlemine dayalı vakıa karganın başka karga tarafından öldürülüp gömülmesi idi. Dolayısıyla ilk bilginin içeriğinin kudret, güç, şiddet, suç, kurban, mezar kültü ile ilişkilendirilmesi kaçınılmazdı. “Sonra, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için Allah, bir karga gönderdi. Bu karga, yeri eşmedeydi. Yazıklar olsun bana dedi, kardeşimin cesedini gömmede şu karga kadar bile olamadım ha? Ve o, artık nedamet edenlere katılmıştı zaten” (5 Maide 31);
  3.  Tefekkür/ Tedebbür- Düşünme/ akletme: Entellektüel bilginin tefekkür ile de ilgisi kaçınılmazdı. Ancak bunun tanrı ile bağlantısı kesilmek gerekiyordu. Descartes, kainatı yaratılmış otomat makinalar halinde düşünmekteydi. Tanrı’nın her şeye “kurmalı makina” özelliği verdiği kanısındaydı. İnsan da düşünmekle bu kurmalı kurgudan ayrışmış oldu ona göre. “İnsan ustalığının pek az parçalarla ne kadar çeşitli otomatlar ya da hareketli makinalar meydana getirebildiğini bilen ve hayvan bedenine bir makine gözüyle bakan kimselere hiç de garip görünmeyecektir. Oysa hayvan bedenini oluşturan makine, Tanrı eliyle yapılmış olduğundan…” (Descartes, 1984: 52) diyordu.Descartes’in “Hareketin ilk nedeni Tanrı’dır” (Descartes, 1995: 131) sözü Tevrat’dan çıkarılmış idi. Hatta kainatın koruyucusu da Tanrı’dır: “Tanrı etki biçimini hiçbir zaman değiştirmeden dünyayı yaratırken kullandığı aynı etki ile korur” (Descartes, 1995: 137).O’nun dini mehaz olarak alması, dinden (Tanrı’dan) yola çıkması, dünyayı ele geçirmek için “Tanrı’yı kullanmak” ihtiyacından (haşa!) gelmekteydi. İnsanın, matematik olarak hesaplanmış, öznenin kullanımına göre geometrisi belirlenmiş “gelecek” doğasında artık Tanrı’nın yeri yoktur. Nitekim Tevrat da böyle söylüyor: “(2: 2) Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. (2: 3) Yedinci günü kutsadı. Onu kutsal bir gün olarak belirledi. Çünkü Tanrı o gün yaptığı Yarattığı bütün işi bitirip dinlendi”. Dolayısıyla Batı bilgisi, Tanrı’yı kainata müdahil görmemeyi Tevrat’tan aldı. Ancak Müslümanlar için Allah aleme müdahildi. Burada iki farklı paradigma vardır.
  4.  Rüya- İlham : Böyle bir bilgi vardır ve açıklanabilir değildir. Yusuf’un on bir yıldız ve bir güneş ve ayın kendisine boyun eğdiği rüyasını babası, hüküm ve hikmet verileceği şeklinde yorumladı (12 Yusuf: 4-6); Yusuf  cezaevine düştüğünde mahkumlar rüya görürler Yusuf bu rüyaları yorumlar: “biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak”, hadiseler aynen Yusuf’un tabir ettiği şekilde gelişir (12 Yusuf: 36- 37, 41); Hz. Musa’nın annesi de Musa ile ilgili bilgiyi böyle alır: “Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu denize bırakıver, korkma ve mahzun olma. Çünkü biz onu geri vereceğiz ve kendisini peygamber yapacağız” diye vahyetik” (el-Kasas, 28/7). Bu âyette geçen “vahiy” kelimesi de ilham ve rüya anlamlarında kullanılmaktadır;
  5.  Hikmet- Marifet : Bu iki kavram birbirine yakın kavramlar. Hikmet, insanlar arasında hükmedebilecek derecede ilm sahibi olmayı ifade ediyor. Kavramları onlar tayin ederler, tefrik etme güçleri vardır.  “Ve onun mülkünü (idaresini) güçlendirdik. Ve ona, hikmet ve faslı hitap (hak ile bâtılı ayırıp adaletle hükmetme, hitap etme yeteneği) verdik.” (38 Sad 20). İrfan ise “Urf” kelimesinden geliyor. “Affı ahzet ve urf ile emret ve cahillerden yüz çevir” (7 Araf 199). Hikmet’in “adalet” yapmakla ilgisi olduğu gibi Urf’un da “örf- tarif- irfan- marifet- ma’ruf- a’raf” kelimeleri ile ilgisi vardır. Bu kelime bloğunun temel karakteri “eziyetten berî” kalmaklıktır. Hikmet müdahalecidir, irfan ise kin ve hasım tutmayıcıdır. İrfan’da bağışlama esastır. A’raf eziyetten beri kalmaktır. Örf , arif’in tanıdığı bir şeydir; âdet- ânane değildir. Urf mutlaka Kitap ve Sünnet’e uygundur. Bu nedenle a’rif’e ta’rif gerekmez. Arifler, marifi emreder ve kötülüğü nehyederler. Ama buradaki emr kişinin kendisi, ailesi, yakınları için bağlayıcıdır. Arif toplumu bağlayıcı emr’i verirse artık hikmetle davranmış olur.
  6. Sezgi : Kur’an’da bilgi kaynağı olarak delillendirilmiş bir husus da sezgi’dir. Bu meselede karıncaları görürüz: “Hattâ karınca deresi üzerine vardıklarında bir karınca şöyle dedi: ey karıncalar, haydin meskenlerinize girin, Süleyman ve ordusu sizi farketmiyerek kırıp geçirmesin” ( 27 Neml 18). Modern bilgi, insan sezgisini delil almamakta ama canlıların sezgisine dayalı bilgiye itibar etmekte.
  7. Tezekkür: Tezekkür zikretme demektir. Hatırlama. Önceki bilgileri “zikr” ile elde edebiliriz. Zikr edebilmek için ise bir ezberin olması gerekir. Müfredat’a göre Zikr, 1) Bilginin akla getirilmesi anlamında kullanılır. 2) Kimi zaman da zikr bir şeyin kalbe gelmesi kastedilir. Zikr iki kısma ayrılmıştır: Unutulan şeyi zikretmek/ hatırlamak; hafızada olanı zikretmek” (RAGIP el ISFAHANİ, c: 1, 2007: 455).

 

Modern toplumlar gözlem, düşünce dışında kalan bilgi kaynaklarını kullanmıyorlar. Sezgi’yi de kısmen kabul ediyorlar. Hikmet, marifet ve rüya- ilham’ın bilginin temeline dönebilmesi için ahlâkî bir hayatın değer kazanması gerekeceği malumdur. Modern toplumların filozofları ve entellektüelleri var ama bilge, arif, alim ve “hekim”leri yok. Arif müşahade ilmine; alimler muhakeme ilmine tabidir. Arif’in ilk mücadelesi nefsi iledir. “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü ile ariflerin masivadan temizlenerek insan-ı kamilliğe varmaları kasdedilir. Ancak Allah’tan en çok alimler korkar (35 Fatır 28). Demek ki Arif’in ilmi aşk değil Allah korkusudur.

 

  • BACON, Novum Organum, Doruk Yayınları,1999
  • DESCARTES, Metot Üzerine, Sosyal Yayınları, 1984
  • DESCARTES, Felsefenin İlkeleri, Say Yayınları, 1995
  • RAGIP el ISFAHANİ, Müfredât, Çıra Yayınları, c: 1, 2007
  • YAKUBOĞLU Kenan, Sosyal Bilim Düşüncesi Bağlamında Felsefe Nedir ? Ne Değildir ? - SBARD Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Yıl 4, Sayı: 7, 2006

  

Önceki ve Sonraki Yazılar