CIA AJANI MI ? ATAYURDUN İNTİZARI ÜMİT ERLERİ Mİ?

Kara sesler, her zaman olmasa da zamanın belli dilimlerinde sistematik, biliçli olarak sahneye çıkıyorlar. Diyalog, uzlaşı yerine kavga ve şiddeti temel felsefe edinmiş ruhların temsilcisi bu kesimler, hafta içinde devletin en önemli kurumunda (TBMM) saygı ve nezaketten uzak bir davranışa imza attılar.

Meclis kürsüsünde ağızdan çıkan hakaret ve iftira içerikli asılsız sözler, bu defa sınırları aşarak, aziz ve necip Anadolu insanını ve şahs-ı manevisinde sahip olduğu değerleri hem öz vatanında hem de dünyanın köşe bucak her yerinde fedakarlığın ötesinde temsil eden gönüllüleri derin yaraladı.

Bendeniz de bu sözler karşısında haksızlığa uğramış bir insan haleti ruhiyesinde kısa da olsa öfkeli bir tepki gösterme cür'etinde bulundum. Genelde bu tür iftira ve hakaretlere "asılsızdır" ibaresini kullanır, normal hayatıma dönerdim. Fakat bu sefer ortaya atılan iddia yani, "Atayurttaki okullarda vazife yapan öğretmenler CIA ajanıdır" yakıştırması bir dönem aynı topraklarda vazife yapmış olduğumdan çok ağır geldi.

Gerçekte yeni bir şey değildi bu çirkin davranış.Uzun yıllar buna benzer çirkin yakıştırmalar genelde "hizmet" şuuruyla bu ülkeye olan vazifesini yerine getiren tüm inananlara, özelde muhatap tutulan gönüllüler hareketinin her bir ferdine yıllardır yapıla gelmektedir.

O engin gönüller ise, her defasında, herşeye rağmen biraz da hüsnü zan ederek:

"Acaba biz mi yapılan hizmetleri anlatamıyoruz?

Yeni insanlara ulaşmada tüm gayretler, ortaya konan performans yetersiz her halde?

gibi sorularla hep iç muhasebe halinde oldular.

Hizmet mesleklerinin temel prensibi şefkat/beklentisizlik kültürüyle ne dünyalık ne de ötelerde yaptıklarının mükafatını hayallarinde dahi erteleyerek gönül koymadan, düşmanlık beslemeden devam ettiregeldiler bu hizmetleri. Devam da edecektir Rabbin izniyle...

Aziz vatanımızın ve yeryüzünün geleceğini şekillendirmede bulundukları coğrafyalarda toplumların ümidi olan ve pek çok beklentilere cevap verme gayretindeki öğretmen kardeşlerimize gelince; politik beklentilerden uzak küresel siyasi dengeleri "barış ve kardeşlik" sloganlarıyla alt üst ederken, ruhi ve kalbi hayattan uzak medeniyetlerin zedelediği canlara "Can Suyu" olmaktalar.

Özellikle bu hizmetin vatan topraklarından ilk çıkışı olan Atayurdumuzda bir asra yakın bir zaman mulhid/ateist bir ideolojinin paletleri altında milli ve manevi değerleri ellerinden alınıp unutturulan kardeşlerimizin bu değerlerle alakalı beklentilerini yerine getirmede eğitim veren öğretmen kardeşlerimizin yeri hiç bir zaman unutulmayacaktır.

İşte onlardan biri olan Murat Bey'in ata topraklarında yaşadığı bir olay oralara gitme ve bir daha geri dönmeme sebebini, Anadolu insanını oralara çeken feryadı, o yakışıksız benzetmeyi yapanlara daha iyi anlatacaktır...

Murat Bey, dedesi Mızrak Mehmet'in kıssaları, hikayeleri ve öğütleriyle büyümüştü. Mızrak Mehmet'in hiç unutmadığı şeylerden biri de Dede Korkut ve onun masallarıydı. Murat Bey'in dimağına Dede Korkut'un ismi taa o zamanlardan kazınmıştı.

Yıllar sonra Murat Bey'in yolu, kaderin bir cilvesi Akmescit'e/ Kazakistan, Dede Korkut'un kopuzuyla masallarını söylediği beldeye düştüğünde takvimler 1993'ü gösteriyordu. O yıl açılan Kazak-Türk Lisesi'nde İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştı.

Okul açılalı henüz bir kaç ay olmuştu. O her sabah okula aynı güzergahı takip ederek gidiyordu.Hemen her gün yol boyunca aynı çocukları, aynı yüzleri görüyordu. Hele de o afacan Kazak çocukları.. Onlar, Murat Bey'in geçmesine yakın vakitlerde yerlerini alıyorlar ve ona Türkçe " Merhaba, nasılsınız? demek için sabırsızlıkla bekliyorlardı.

Murat Bey'in her gün evle okul arasında yürüdüğü mesafede bir dostu daha vardı. Onun sıcaklığı, şefkati aradan yıllar geçmesine rağmen yüreğini ısıtır.

Hiç konuşmamışlardı onunla. Hiç sohbet te etmemişlerdi. Birbirlerinin adını bile bilmiyorlardı. Sessiz, sözsüz, kelimesiz konuşuyorlardı. Yetmiş yaşlarında bir nineydi bu. Her gün penceresinden güleç yüzüyle Murat Bey'i selamlar, ona adeta cesaret verir, bir ana şefkatiyle dersine uğurlardı .Murat Bey ona "Ajem/ninem" diyordu. Bu dilsiz dudaksız, bu harfsiz kelimesiz sohbet, sözleşmişler gibi aynı vakitte her gün olurdu.

Yağmur yağmıştı bir gece. Bardaktan boşanırcasına yağmıştı. Hiç durmayacak gibi. Murat Bey sabahleyin yürüdüğü toprak yolun çamur deryasına döndüğünü görünce asfalt yolu tercih etti okula gitmek için. Bu sayede üstü başı berbat olmadan okula ulaşmıştı. Ama içinde adını koyamadığı bir eksiklik hissediyordu. Nedenini bir türlü bulup çıkaramamıtı.

Üç dört gün sürdü bu hal...

Güneş tekrar yüzünü göstermiş, ortalık normale dönmüştü. Murat Bey'in her zaman yürüdüğü o toprak yol da kuruyup sertleşmiş, yolcusuna hazır hale gelmişti. O sabah yola çıkarken "ayrılık bitti" diye seviniyordu Murat Bey.

İşte Kazak çocukları oradaydı. Bekliyorlardı yine. Gülümsedi onlara. Hatırlarını sordu.

Onlar da hep bir ağızdan bildikleri o iki Türkçe kelimeyle"Merhaba.Nasılsınız?" diyerek sarıldılar ona.

Bir kaç adım sonra da "ajesini" görecekti penceresinden. Ajesine yaklaştıkça seviniyor, yüzüne bir gülümseme doluyordu her zamanki gibi. Oradaydı penceresindeydi ajesi. Kendisini bekliyordu. Fakat ajesi bu defa niye gülmüyordu? Bakışlarındaki o sıcaklık niye solmuştu? Hasta mıydı? Ajesinin bakışları niçin elemliydi?

Ajesi de onu fark etti sonunda. Görmesiyle de ne yapacağını bilemez oldu. Elleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.Telaşından önemli bir şeylerin varlığı seziliyordu. Murat Bey, ajesinin meramını çözmeye çalışırken, o yetmişlik nine bir çırpıda kapıda bitiverdi. Yanına vardığında "Balam!" diye bir çığlık kopartarak kucağına yığıldı Murat Bey'in.

"Ajem! Ne oldu sana? Niçin böyle harap oldun? dedi Murat Bey.

Ses vermiyordu ajesi. Kendinde değildi. Murat Bey kötü bir şey olmasından korkuyordu.

Az sonra ajesi kendine geldi. Murat Bey'i başında görünce tekrar sarılıp ağlamaya başladı. Göz yaşlarına boğulan nine, kesik kesik bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Murat Bey'in bir ömür boyu unutamayacağı şeyler... Niçin burada olduğunu cevaplayan en samimi şeyler:
"Ah balam, canım balam. Zannetim ki gittin sen. Zannettim ki Türkiye'ye döndün. Zannettim ki kopup gittin benden.Hüda'ya şükür. Binlerce şükür. Gitmemişsin,buradasın. GİTME BALAM.KAL BALAM..."

Aje'nin duasıydı bu... Anadolu'yu atayurda çeken feryattı bu... Bir intizardı bu... Bir intizar; AKASYA intizarı...

(Ali Tokul. Akasya Hikayeleri. Ufuk Kitapları 2001 İst.)

 

O gönül erleri ki hizmet sevdasındalar

Varlık-yokluk çizgisi iman davasındalar

Müjdelenmiş sabahın şafağı tüllenirken

Badıyla sarmaş dolaş vuslat rüyasındalar

 

ulvi_sevecen@hotmail.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum