«Cülus Bahşişi’nden darbelere...»

“Askerin örfü, örfün askerîleşmesi... Örfî idare... Darbelerin tarihî köklerini hiç düşünüyor muyuz? Askerî darbelerin sebebi aslında onları bilerek ya da gafleten dâvet eden sivillerdedir. Padişahlık devrinden beri böyledir bu... Türkiye Cumhuriyeti’nin, devamı olduğu Osmanlı’dan; Yeniçerilerin kazan kaldırması gibi, şehzade kavgaları, saray entrikaları gibi dertleri de birçok başka işler gibi miras aldığını kim inkâr edebilir?

Bakmayın siz bazı lâikçi zatların Osmanlı’yı lânetlemelerine. Onlar Osmanlı’nın iyi taraflarını lânetliyorlar. Biz ise kötü taraflarını, isyanlarını, gafletini ve çöküş vetiresinde (sürecinde) ithal ettiği kavmiyetçilik dahil bilimum hastalıklarını... Hem onların reddi miras etmeleri pek söz konusu değil aslında... II. Abdülhamid – Theodor Herzl örneğindeki gibi başka dertleri var onların...”

     Cülus, kelime anlamıyla; oturuş, oturma, padişahın tahta oturması (çıkması) demek. Osmanlı İmparatorluğu'nda, padişahlığa geçecek olan veliahdın (aslı; veliy-yi ahd olup, bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse, şah oğlu, şahzâde) padişahlığını ilân için yapılan merasim (tören), Cülus-i Hümayun (yüce, padişahlık çıkışı). Cülus Bahşişi ise, bu merasim sırasında askere (Yeniçerilere) verilen bahşişin adı...

     Peki bahşiş nedir? Yahu bu da soru mu, demeyiniz. Bazı meselerin iyice anlaşılması, meramınızın hakkıyla ifadesi; anlatımda kullandığınız kilit tâbirlerin okurlarınız tarafından iyice anlaşılmasına bağlıdır..

     Bahşiş, “Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen mikdar, ihsan. Adetten olan hediye, mükâfat” anlamlarına geliyor. İkinci sual: Bahşiş ile rüşvet arasında ne fark vardır? Bahşiş, gönülden gelerek değil de bir mecburiyete binâen veriliyor, zorunluluk nedeniyle yapılan bir ihsan oluyorsa rüşvettir... Şöyle bağlayalım: Rüşvet istemeye istemeye, işin görülmesi, halledilmesi için verilen kolaylık bahşişidir...

     Osmanlı padişahlarının tahta çıkışları önceleri tamamen İslâmî kurallar ve sınırlar içinde oluyor, hazreti Peygamberimiz (s.a.v)’den sonraki halifelerin seçiminde olduğu gibi Şura-yı Devlet (Yönetici kadro, istişare, danışma meclisi) kararı ile yani halkın önde gelenleri, bilirkişiler, fazıl insanların umumî kararı ile yapılan bir seçim sonrasında belirleniyordu.

     Osman Bey, devlet için böyle seçilmiş, onun oğlu olan Orhan Gazi de böyle tensip buyurulmuş, saltanat (hanedan olarak, babadan oğula devrederek) devam etmiş lâkin bahsettiğimiz şuranın onayı, olur vermesi başlangıçtaki gibi devam etmişti... Tá ki...

     Zamanla fitne (fetret) devirlerinde şura yerine; bozguncu saray halkı, Yeniçeri ağaları ile irtibatlı bozuk sadrazam yahut riyaset hırsındaki şehzadeler devreye girmiş ve maalesef o sağlam töre, o güzel gelenek bozulmuş, devlet de izmihlâle sürüklenmiştir...

     İşte bu devirlerde Cülus Bahşişi de resmen rüşvet haline gelmiştir. Hem öyle bir rüşvet ki bazen devletin bir vilayetine valilik, bazen neredeyse hazineye mal olan yüklüce bir mikdar...

     Milletimiz asker bir millettir. Bu doğru bir tesbit... Askerlik bizde külfet olarak görülmez. Yiğitliğimizin, mertliğimizin bir icabıdır adeta. Ama her işimizde olduğu gibi bunu da haddinden fazla abarttığımız içindir ki, askeri başımıza belâ ettiğimiz de olmuştur. Kendi evlâtlarımızın namluyu bize çevirmesi ile sonuçlanan bu hazin hikâyede, millet olarak yegan yegan, hepimiz toptan kabahatliyiz...

     Cülus Bahşişi’ni olması gerekenin çok üzerinde verirseniz olacağı budur. Askerleri şımartan ilk siyasiler; Adnan Menderes merhum ve onun çakma devamı olan mason Süleyman Demirel’dir. Bunlar saltanatları zamanında önce askerin şerbetini kabartmış, sonra ya sehbaya ya da sine-i millete (!) şapkalarını (defalarca) alarak dönmek zorunda kalmışlardır...

     Askere haddini bildiren ilk siyasetçi ise, merhum Turgut Özal olmuştur. Onun ölümü ise, şaibelidir. Kimi rivayetlere göre kalemini kıranlar sehba yerine hastahaneyi tercih etmişler.. Bizde olur böyle şeyler, kimi zaman hastahane, kimi zaman trafik, kimi zaman uçuş kazası...

     Habername yazarlarından Ercan Bey, Muhsin Yazıcıoğlu’nun şaibeli helikopter kazasını anlatırken 28 Şubat’ın mimarı (bence derinlerin en önemli isimlerinden, DTÖ davâsında mutlaka yargılanması gerekenlerin başında gelen) Org. Çevik Bir ile aralarında geçen bir “notlaşmayı” Gerçek Hayat Dergisi’nden naklen anlatmış; bu dönme olduğu da söylenen zatın merhuma nasıl da çirkin bir harekette bulunduğunu, fakat cevabını da merhumdan okkalı şekilde aldığını yazmıştı..

     Aynı generalin o dönemde kimlere TSK adına nasıl baskı yaptığını, hangi televizyonlara, hangi gazetelere neleri ferman buyurduğunu artık sağır sultan dahi biliyor! Adam “şunu şu programa konuk etmeyin”den, “yarın şu manşeti atın”a kadar nice emirler vermiş! Malûm hürriyetperver takım ise, en ufak bir itirazda bulunmayı düşünmedikleri gibi, anında başüstüne, emriniz olur demişler. Peki ben neden onları değil de halkı suçluyorum? Onları palazlandıran bu halk da onun için...

     Sultan Abdülaziz’i (intihar süsü verilmiş bir cinayetle) tahttan indiren darbeden sonra ön plana çıkan (mason Sadrazam) Mithat Paşa, tahta mason biraderi V. Murad'ı geçirmiş, lakin onun Mithadî projeleri tatbikte başarısız kalması, psikolojik bir rahatsızlık geçirmesi üzerine de istemeye istemeye ve belirli şartları kabul ettirerek cennetmekân Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesini sağlamıştı...

     Meşrutiyet'i ilân ve bir anayasa yapılmasını kabul ederek tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, çökmekte olan imparatorluğun ömrünü 33 yıl daha uzatacak, fakat onun gibi istihbaratı günün ABD’sine numune teşkil etmiş olan bir padişah bile yine askerî bir darbe ile tahttan indirilecekti... İndirilecek ve muhteşem imparatorluk bitecekti...

     Ah şu cülus bahşişi yok mu.... 07 Nisan 2009

     aherkalem@gmail.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum