Engin YİĞİTOĞLU

Engin YİĞİTOĞLU

DEVRİM İLE DEVRİMCİLERİN İKTİDAR SINAVI1



Özellikle marjinal sol çevreler, yıllarca hem İslam'ın ana mesajına, Peygamber sav’ in çağrı metoduna, yine Müslümanların asırlarca bilhassa haçlı zihniyetine karşı verdiği varoluş mücadelelerine karşı hep kör, sağır, dilsiz kesilmiş hem de yine farklı medeniyetlerin asırlarca huzur ve barış içerisinde yaşam sürdüğü bu toprakların sömürgeci emperyalistlerin işgali ve hegemonyası sonrası büründüğü kan-gözyaşı iklimine her daim kayıtsız kalmışlardır. En azından bu konuda İslam'ın ve Müslümanların hakkını mertçe, dürüstçe teslim etmemişlerdir.

Oysa, tüm bunları bir tarafa bırakarak İslam Tarihi boyunca yer yer cereyan etmiş Harici faaliyetleri ve Kerbela tarzı acı ve ibretlik olayları yine muhafazakar iktidarların maslahat gereği uyguladıkları bazı "zikzaklı" politikaları her zaman "İslam'ın bizatihi kendisi" olarak yorumlamış ve kendilerine hep bir kara propaganda malzemesi yaparak kullanmışlardır. Sadece bu mu? Bizzat Kuran-ı Kerim'i bile kendi mecralarından çarpıtarak acımasızca ve insafsızca yorumlayarak hadsiz saldırılarda bulunmuşlardır. Öyle ki, bu konuda eski ateist-sosyalist romancı Sayın Bülent Akyürek, "bir ateist, Kuran'ı hiç okumaz olur mu? Okur ama kırmızı kalemle altını çize çize TERSTEN OKUR." diyerek, konuyu somutlaştırmıştır.

Güç-iktidar araçsallıktan çıkıp amaç haline dönüştüğü anda, gerek insan gerekse de herhangi bir topluluk veya örgüt için gerçekten de karşısında durulması zor, tesirli bir zehre dönüşür. Bünyeye sirayet ettiği andan itibaren, iç çürüme başlamıştır demektir. Bünyedeki bu tesir, bedende de doğrudan savrulmalara sebebiyet verir.

Kendisinin dışındaki fikirlere her fırsatta en agresif şekilde hücum eden sosyalist, komünist düşünce, peki devrimi gerçekleştirip iktidarı ele geçirdikleri vakit, yönetimde nasıl bir sınav vermişlerdi?

2021 yılında Sean McMeekin'in orijinal belgeler ışığında yayınladığı Stalin'in Savaşı-İkinci Dünya Savaşı'nın Yeni Tarihi adlı eseri şu paragrafla son buluyordu:

"Zaferin nihai bedelini ise milyonlarca Sovyet muhalifi, iade edilen savaş esiri, Kuzey Kutbu'nda bulunan Vorkutaaltın ve platin madenlerindeki Gulag kamplarından, Stavropol ve Sibirya'da bulunan açık hava uranyum madenlerindekilere varıncaya sürüklenen savaş esirleri ile Stalin'in Avrupa ve Asya'daki Maocu Çin gibi uydu rejimlerinin on milyonları bulan mecburi tebaaları ödedi. Yayılmaya devam eden köle imparatorluğunun tebaası için, Stalin'in savaşı 1945'te sona ermedi. Yıllar boyu sürecek istibdat ve türlü türlü felaketler, o halkları bekliyordu."

Tolstoy ve Dostoyevski’nin eserlerinde bazı ortak yönler vardır. Her iki büyük kalem de son dönem Çarlık Rusya'nın profilini enfes bir şekilde sayfalara işlemişlerdir mesela. En önemli fark ise muazzam bir gözlemci diyebileceğimiz Dostoyevski’de bu sosyo-kültürel ortamı gayet doğal bir kabulleniş varken, Tolstoy'da ise iç dünyasında fırtınalar koparan sessiz ama derin bir isyan meydana gelmiştir. Her iki isim de çoğu eserinde genellikle Rus konaklarında boy gösteren asilzadelerin, generallerin, prenslerin ve kadınlarının ihtişamlı hayatlarını, aşırı savurganlıklarını ve mağdur ettikleri insanların hayatlarını işlerler. Edebi eserlerde bile yoğunlukla yer etmiş bu sosyo-kültürel çöküşe karşı en büyük mücadeleyi başlatan isimler ise Lenin, Troçki ve Stalin üçlüsüydü.

Halkları ve emeği sömüren kapitalist düzenin alternatifi olarak Karl Marx'ın üretim araçlarını egemen burjuva sınıfından alıp bizzat emeğin sahibi işçi sınıfına (proletarya) veren sosyoekonomik modele inanan felsefik teorinin bizzat pratiğe dönüştürülmesiydi bu. Hem de Marx'ın "doğal süreç" tezinin de ötesinde, bizzat devrim yoluyla! İyi ama bu devrim gerçekten de doğru bir yol izlenerek amacına ulaşmış mıydı?

Bu noktada insanın aklına hemen George Orwell'in Hayvan Çiftliği isimli ince ama oldukça ağır taşlama içeren eseri gelmektedir.

Buna göre insanların acımasızca zulüm dolu idaresinden perişan olan ve artık dayanacak, sabredecek güçleri kalmayan hayvanlar, bir gün bir kalkışma ile insanları çiftlikten atar ve yönetimi ele geçirirler. Başlarda her şey hayvanlar için yolundaydı. Ancak günden güne hayvanlar içerisinde özellikle domuzlar daha etkin bir şekilde öne çıkmaya başlarlar. Öyle ki artık inekler, koyunlar, atlar, kümes hayvanları hatta köpekler bile bu domuzların hegemonyasını kabul etmişlerdi. Bu domuzlar içerisinde de özellikle Napolyon ve Snowball öne çıkıyordu. Gelin görün ki, bu iki domuz da iktidar rekabetine tutuşur, birinin “a” dediğine diğeri “b" der olur. Bunun üzerine daha baskın ve otoriter olan Napolyon bir gün çiftliğe uzakta yetiştirdiği 9 tane vahşi köpekle gelir ve rakiplerinden bazılarını yok eder. Kimilerini ise kaçırarak idareyi cebren tam olarak eline geçirir. İşte o günden sonra, iftiraların, komploların, yalanların, yargısız infazların, türlü türlü yıldırma faaliyetlerinin ardı arkası kesilmez. Kimsenin nerede olduğunu bilmediği Snowballise tüm pis işlerin tek müsebbibi olarak günah keçisi ilan edilir. Sonuçta artık hiçbir hayvan, Napolyon'a en küçük bir itirazda dahi bulunamaz hale gelir.

Günler gelir geçer. Napolyon çiftlikteki ürünlerin satışı noktasında dışarıdaki insan çiftçilerle işbirliği yapmaya, yine kendisi de tıpkı onlar gibi yiyip, içip zevki sefa içerisinde yaşamaya başlar. En nihayetinde ise çiftlikteki devrimin bütün kazanımlarını bir bir yok eder. Çiftliği ise devrim hüviyetinden soyutlayarak her şeyi en başa döndürür.

Çoğu siyaset ve edebiyat çevreleri Napolyon karakteriyle George Orwell'in Stalin'e gönderme yaptığına inanır. Zira yine bahsettiğimiz Stalin'in Savaşı isimli eserde Sean McMeekin, Stalin'in ekmeğine yağ süren ve devrimin ömrünü uzatan en önemli olayın 2. Dünya Savaşı ile Hitler'e karşı kapitalist Amerika, İngiltere ve Fransa'nın Stalin SSCB'sine verdikleri sınırsız destek olduğunu vurgular. Bu destek öyle seviyelere ulaşmıştır ki, resmi diplomatik belgeler ışığında Sovyet Rusya'nın neredeyse tüm enerji, imar, maden, demir-çelik ve savunma-hava sanayisi Amerikan şirketleri eliyle şekillenir olmuştur.

Oysa 1917 Rus Devrimi'ne kadar Bolşeviklerin en büyük hamilerinden biri bizzat Almanya'nın kendisiydi. Öyle ki, başta Lenin olmak üzere pek çok sosyalist Bolşevik sürgün dönemlerini Sibirya dışında ağırlıklı olarak Almanya ve çevresinde geçirmişlerdir. Nitekim, Çarlık Rusya yıkıldığında ve devrim resmen gerçekleştiğinde Lenin yine İsviçre'de sürgündeydi. Rusya’ya acil olarak dönmeli çünkü devrim Onsuz gerçekleşmiş ve Menşeviklerin devrimde ön alma tehlikesi belirmişti. Hemen apar topar Rusya'ya hareket ederken, elbette en büyük destekçisi kısa süre sonra Moskova kapılarına dayanacak Almanya'ydı!

Yine adı geçen eserde konuyla alakalı Lenin, 26 Kasım 1920'de Moskova'da parti kongresindeki "Sosyalizm tüm dünyada muzaffer olana kadar iki emperyalist güç grubu, bu iki kapitalist devlet grubu arasındaki çelişki ve karışıklıklardan faydalanmalı ve birbirine karşı kışkırtmalıyız." sözleriyle, daha devrimin en başında maslahatçılığın ve pragmatizmin ellerinde ne denli önemli bir pusula olduğunu bizzat kendisi ilan etmiş oluyordu.

Aslında Lenin’in İngiltere-Amerika ve Almanya arasında izlediği bu yol, bir bakıma denge politikasından başka bir şey değildi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.