Prof. Dr. Şahin UÇAR

Prof. Dr. Şahin UÇAR

Duruş Noktası

Linguistik/lisaniyat açısından epistemoloji (bilgi teorisi) problemlerini gelecek bölümlerde daha geniş bir şekilde inceleyeceğiz elbette; şu an için yalnızca kendi dilimle ilgili konuşuyorum. Türkçe yetmediği zamanlarda çok fazla ecnebi kelime kullanmak zorunda kalıyorum. Her ne kadar türkçe açıklamalarını parantez içinde versem de, kullandığım dil bu metni okumayı biraz zorlaştırabilir belki. Elbette, insanlar ayni dili konuştuklarını düşündükleri zamanlarda bile farklı diller konuşuyorlar; çünkü her kesin kendi dili, kendi üslûbu, kendi anlayışı var. Çünkü her kesin, her benliğin, kendine göre bir dünya görüşü var. Hatta, her kesin kendi dünya tasavvuruna göre, kendi benliği bu dünyanın tam merkezinde bulunur. Aslında, yaşayan her varlık bizzat kendisini dünyanın merkezine koymak, yani ben-merkezli olmak durumunda. Çünkü önce kendi nefsini düşünmek ve çevresinde bulduğu her şeyi kullanmak sureti ile, ve her şeyden önce, kendi hayatını sürdürmek zorunda. Bu biraz meşhur fıkradaki, “Nasreddin Hoca’nın maruf eşeğinin ön ayağının, dünyanın tam merkezinde” olmasına benziyor elbette. Hoca, ahâliye “inanmazsanız, buyurun, ölçün!” diye meydan okumuş ya hani. Buna belki gülümser geçeriz, ama bu “dar görüşlü bencillik”ten kurtulabilmek için de, daha geniş bir dünya tasavvuruna ulaşabilmek ve hatta “kendimizi aşabilmek“ gerektiğini, anlamamız lazım.

 Halbuki, Hacı Bektâş-ı Velî'nin dediği gibi, “gönül her ne ki fetvâ verirse, dil onu söyler.” Yani kendini aşmak da o kadar kolay değil, çünkü kendi gönlümüze hoş geleni doğru sanıyoruz. Mesela, ben bir şiirimde demiştim ki: “Tûr-u Sînâdır gönül çün ‘belî’ makaamıdır.” Yani ki, gönül “Tûr-ı Sînâ” dağına benzer. Şu sebebten ki, “belî” (evet) diyen makam gönüldür: Tasdik ve Kabul makaamı gönüldür. Bu sözlerden hareketle, “ego sum qui sum” (yani Ben Ben'im/ I am who I am) deyişine gelmek istiyorum. Bu, “Ben Benim” ifadesi Tevrat’ın “Mısırdan Çıkış” bölümündeki bir ayette geçer. Tevrat’a göre, Musa ile Tur dağında konuşurken, Allah ona demiş ki: “Ego sum qui sum”: yani “Ben Ben’im”. “İsraillilere de ki, beni size ’ben benim’ diyen gönderdi.” Yani, Allah kendisini “Ben, Benim” diye tavsif ediyor.

İşte durduğumuz nokta ve işte duruşumuz. İstesek te istemesek te, benliğimiz dünyanın/varlığın tam merkezinde durmaktadır. Nihayet, Perspektifimizi tayin edecek olan da budur: yani bulunduğumuz nokta ve bakış-açısı. Eğer kendi nefsime “ben kimim?” yahut “ben neyim?” sualini soracak olursam, nefsim bana “Ben, benim” diye cevap verir. Acaba, Benliği tasvir etmenin bundan daha iyi bir usûlü var mıdır? Ancak, bütün insanlık için en mühim tefekkür bahislerinden biri de bu mesele değil mi? Yani, ilk mesele bir benlik ve bir kimlik meselesidir: “Ben kimim?” Bulunduğum bu noktaya “Nereden geldim?” Şu andaki durumum, “duruş-noktam” neresi? ve “nereden geldim ve nereye gidiyorum?” Elbette, beynimizin dış dünyaya bakan gözleri var ve dünyaya kendi şuurumuzun, kendi benliğimizin, pencerelerinden bakıyoruz.

Demek ki, birinci mesele bir “benlik ve kimlik meselesi.” İnsanlık tarihinin felsefesini yapmak isterken, yani tarihin bizi getirdiği işbu noktada olup bitenleri anlamak maksadı ile tarihin bir muhasebesini yaparken, kavramlaştırdığım ikinci mesele ise, işte bu “duruş noktası” (stand-point) meselesi idi. Çünkü perspektifi de duruş noktası ve bakışaçısı tayin eder. Demek oluyor ki, dünyaya o anda durduğumuz noktadan bakarız: sözgelişi bir şehre, mesela Sarayevo şehrinde görmüş olduğumuz gibi, o şehrin içine yerleşmiş olduğu bir vadinin içinden bakınca görülen manzara başka, bir dağın zirvesinden bakınca görülen daha başka; perspektifimizi ve bakış açımızı tayin eden de, öncelikle, “bulunduğumuz mevkii”dir. Demek isterim ki, Dünyaya baktığımız bu noktadan itibaren, ancak perspektifimizi tayin eden işbu bakışaçısına göre ve yalnız bu bakışaçısı içinde kalan şeyleri görebiliriz. Ve bizim bu dünyada müşahede edip, görüp anlayabileceğimiz şeyler, işte bu bakışaçısı ile ve ufkumuzun genişliği ile sınırlı. Bizim için Dünyanın bütün anlamı, bizim o andaki bu bakışaçımız ve ufkumuzdan ibaretdir. Demek oluyor ki, üçüncü bir kavram daha geliştirmiş oluyoruz: “perspektif”... Ve bu anlaşılır kavramlar üzerinde daha fazla durmadan, hemen ekleyeceğim dördüncü bir kavram da, “oryantasyon”dur (yani istikamet tayini, yöneliş) ve ilave edeyim ki seçtiğimiz perspektife göre, seçeceğimiz oryantasyon dahi belirlenmiş olacaktır.

 

Şimdi kendi tarih felsefemi inşa etme gayreti içindeyken geliştirdiğim bu kavramları madde madde tekrar sıralayacak olursam:

 1. Ego sum qui sum (ben benim) yani benlik ve kimlik meselesi: unutmayalım ki, “gönül her ne ki fetva verirse dil onu söyler”

  1. Duruş noktası (stand-point) bakış açımızı/ perspektifimizi de bulunduğumuz nokta tayin eder. Mesela, şehre bir dağın tepesinden bakmak gibi.

3. Perspektif/ sahib olduğumuz bakış açısı ise, yönelişimizi dahi belirler.

 4. Oryantasyon/ yöneliş, istikamet tayini yahut bir “sırat-ı müstakîm” arayışı demektir. Bu da demektir ki, daha önce bilmediğimiz yeni bir dünyayı keşfetmeye çıkarken kendimize bir “yol haritası” yapmaya çalışıyoruz.

5. Frame of Reference /Referans çerçevesi : matematik dili ile tarif edilen şekli ile ilimde zaman ve mekan, felsefede dil ve kültür/ metafizik şuurda îman

 

Kto skazal “a”, tot doljin skazat i “bı”: her kim ki “a” dedi, “b” yi de söylemeli... Madem ki, başladık devam etmemiz gerekiyor. Dostoyevski'nin tasvir ettiği Rus karakterlerine bakarak söylersek, bir kere başladığımıza göre, hem de bu israrımızın sonuçları ne olursa olsun, devam etmek zorundayız... Şimdi madem “benlik” diyerek bu bahse başladık, bu minval üzere devam etmemiz gerekiyor: Farklı dillerden seçtiğim bazı ibareleri kasten naklediyorum; ta ki kullandığımız her farklı dilin farklı tarih ve kültürlere mahsus anlayışları nasıl yansıttığını da fark edelim. “Dil tarihin arşividir” derler, bence hatta coğrafyamız da dilimizden ibaret. Şimdi ismini hatırlayamadığım bir mütefekkir ise, “dilim vatanımdır” demiş. Wittgenstein da, dilimin sınırları, düşüncemin sınırlarıdır” demiş. Benim kullandığım kelimeler ise, kullanılan dilden alınmakla beraber, işbu tarih felsefesi bahislerini tartışmak üzere kavramlaştırılmış kelimeler. Şimdi tekrar aklıma geldi, Alice Harikalar Diyarında kitabında gördüğüm bir sözü, kullandığımız muhtelif üst-diller hakkında yazdığım, “Şâhid-i Ma'nâ Benim” isimli yazımda dahi nakletmiştim: “Glory” kelimesine farklı bir anlam yüklenmesine itiraz eden Alice'e, şöyle cevap veriyor Humpty Dumpty:

Ben bir kelimeyi kullandığım zaman,” diyor, “o kelime tam benim istediğim ma’nâya gelir; ne eksik ne de daha fazla!”  

Kullanılan dillerden bir takım kelimeleri alarak, kendime göre kavramlaştırmak ve kelimelerin içine kendi kasdettiğim bir takım mazmunları yüklemek sureti ile, kendi felsefî kavramlarımı geliştirmeye çalıştım. Tarih felsefesi yapmanın, hatta yalnızca bir mesele hakkında düşünmenin, tabiî neticesi budur: normal dilin muğlak ve kompleks yapısı içinde konuştuğumuz zamanlarda, bütün kelimeleri üzerinde az çok uzlaştığımız anlamlara delalet edecek şekilde kullanırız. Halbuki kelimeleri kullanırken, gerçek anlamda düşünmeye başlar başlamaz, kelimeler bizim o “context” içinde atfettiğimiz anlam ve sınırlar içinde farklılaşmaya başlar ve anlaşmaktan ziyade, “Babil Kulesi” mazmûnunda ifade edildiği gibi anlaşmazlık sebebi haline gelebirler. Bu mazmun kelimesini de çok zikretmeye başladım şimdi ya: ki bu söz, “bir kelimenin içine, teşbih yapmak suretiyle, yüklenmiş gizli anlam” demektir: ancak şu an için bu mazmun bahsini daha fazla izah etmeyi erteleyeceğim. Yani, şu anda arzetmekte olduğum bir kaç kavramda görüldüğü üzere, lüzum gördüğüm hallerde kullandığım kelimelere bizzat kendi kasdettiğim farklı bir anlamı hamletdiğim ve bir takım sınırlar atfettiğim durumlarda, elbette biraz bana mahsus bir dil, yani kelimelerin tarih içindeki kullanımı ile ve cemiyet tarafından üzerinde uzlaşılmış olan mer’iyetdeki kullanım anlamlarının dışında, hususi bir dil ve uslub kullanmış olacağım: ki bu hal, bu kavramların farklarını izah etmediğim takdirde, elbette anlaşmayı zorlaştıracaktır. Buna da, “dil yabancılaşması/ alienasyonu” diyorum. Bilhassa kendi anadilimizde konuşurken, düşüncelerin kelimeler içindeki hareketinin meydana getirdiği farklılaşmaya hiç dikkat etmediğimiz için oluşan ve yanıltıcı olduğu için de çok tehlikeli, bir alienation/ yabancılaşma biçimi bu. Bilindiği üzere Varlığın Ma'nâ ve Mazmûnu isimli bir kitabım dahi var ve yeri geldiği zaman bu bahse de gireriz:

Şimdilik, birer konu başlığı olarak arzettiğim yukardaki kavramların ise, yine zamanı ve yeri geldikçe açıklanacağı üzere, elbette bir takım alt-başlıkları daha var: Mesela, “Benlik” bahsini gerçi “ego sum qui sum” “ben benim” deyişi ile açtık ve bu ifadenin ingilizce tercümesi olan “I am who I am” yani, “Ben kim isem O'yum” ifadesi, psikiyatristlerin dilindeki id, ego, superego gibi ifadeleri, hatta şuur, şuuraltı, sublimasyon ve projeksiyon kavramları gibi kendi benliğimiz hakkındaki şuurumuzu dahi şüpheli hale getiren çağrışımları hatırlattıktan başka; “nefs”, “ruh”, “akıl”, “kalb” gibi, yine benlik kavramını ifade eden başka alt başlıkları dahi var. Ancak burada, benlik kavramının, çok daha fazla, çok uzun uzadıya tartışmamız gereken bir yönü de, çağımızdaki globalizm denen vâkıanın yol açtığı şartların meydana getirdiği reaksiyonlar cümlesinden olmak üzere, bugünlerde çok aktuel bir problem haline gelen “kimlik” meselesidir: ki bu başlık altında da, benliğin sosyal aidiyet ve mensubiyetle ilgili problematik yönleri yer almaktadır.

 

Mesela daha şimdiden, Stand-point: duruş noktası kavramı içinde, belki fizikçilerden aldığım “olay ufku” kavramını dahi (bir hadiseyi müşahede edilebilir hale getiren fizikî şartların oluşması ma'nâsında) tarih felsefesi açısından yorumlamam ve kullanmam uygun olabilir diye düşünüyorum.

 Ve Mesela bakış açısı kavramı içinde, daha önce disiplinleri tasnif etmek için geliştirdiğim “prospectare: geleceğe bakış” (ilim), “retrospectare : geçmişe bakış” (tarih), “introspectare: içebakış” (sanat), inspectare: vaziyet teftişi (felsefe), conspectare: terkipçi/sentezci bakış (tarih felsefesi) gibi kavramlaştırmalar var. Yeri geldikçe işbu oryantasyon, projeksiyon, yol haritası gibi kavramları dahi, bu kelimelere kendi yüklediğim anlamlara dair açıklamalar ile birlikte arz etmem gerekecek. Kelimeleri, az çok üzerinde uzlaştığımız anlamları dışında ve kelimelere yeni mazmunlar yükleyerek, yahut farklılaşmış bir anlama gelen kavramlar şeklinde kullanarak, okuyucunun bildiği anlam sınırlarını birazcık aşmak, belki anlaşılmayı zorlaştırabilir. Ancak bir yazarın okuyucudan dikkatini teksif etmesini istemeye, hiç olmazsa daha önce yazdığı şeyleri hatırlamasını beklemeye, pekâlâ hakkı vardır. Aksi takdirde, Coleridge'den naklettiğim Kutsal Kitap hikayesinde olduğu gibi, bir “insanı anlamadan okumaya” kalkışmak, semeresiz bir teşebbüsten ibaret olacaktır. Tekrar ihtar edeyim ki, naklettiğim bu ironik ifadede olduğu gibi, ben de demek istiyorum ki; “Ben bir kelimeyi kullandığım zaman, o kelime tam benim istediğim ma’nâya gelir; ne eksik, ne de daha fazla!” Ve dahi, yukarda naklettiğim beyitde söylediğim gibi, “nihân ettim kelâmım gerçi ma'nâ âşikâr oldu/ söz oldu perde-i hüsnün: o perde vasf-ı yâr oldu”: bazen kelâmımızı gizlesek de, ma'nâsı âşikâr olur. Ne çare ki, gerçeği tavsif etmek için dahi, dili kullanmak zorundayız. Hattâ kelimeler, sözler, bu varlığın güzelliğini açıklamaktan ziyade gizleyen perdelere dönüşseler bile. Her ne kadar kelimelere atfettiğimiz bu husûsî anlam ve mazmunlar ile, birbirimizi anlamak zorlaşsa da... Babil kulesi mazmunundan yola çıkarak yaptığım işbu girizgah vesilesi ile, kendi kullanacağım husûsî dil ve üslûba dair bu kadar mülâhaza ve açıklama şimdilik yeter. Dilin meydana getirdiği çok daha başka ve daha mühim semantik problemlerinden ise yeri gelince tekrar bahsedeceğiz. Şimdi gelelim, bu bahsin dîbâcesini teşkil eden rübaide söylendiği üzere, işbu muammalı lisan bahsinin aşina olmadığımız harflerini tanımaya çalışırken, hep bir perdenin ardında kıylükal etmekle meşgul olduğumuz için gerçek sandığımız ve ancak perde kalktığı zaman kalıcı ve gerçek olmadığını anlayabileceğimiz, şu “fânî benlik” bahsine. Efsûs ki, şimdi bize bir “Mâni-i Nakkâş” sabrı ve disiplini lazım...

 

Not; Hocamızın yazısını ilk kez okuyanlar, yazının tamamı için lütfen önceki bölümede bakınız.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum