Prof.Dr. Kamil GÜNGÖR

Prof.Dr. Kamil GÜNGÖR

Geliyorum Diyen Tehlike

Emme-basma tulumbaya ilk suyu koyabilselerdi; at izi it izine karışacak, geri dönüşü Suriye'den beter olacaktı. Zira cin şişeden çıkmış, ilk kan dökülmüş olacak, gerisi çorap söküğü gibi gelecekti. Coğrafya büyük güçlerin oyun sahasına dönüşecek, misyonun icrası bakımından bölgesel-küresel oyuncu olma hayalleri bir yana, ümmet bir yüz yıl daha köleliğe razı edilecekti. Duruma birkaç saatte hâkim olununca da suya düşen işgal güçlerinin hayalleri oldu. Düştü ama, düşen gerçekte düşmanın A planı idi. Zira geçmiş tecrübeler göstermiştir ki; düşmanın planına alfabedeki harfler yetmez.

Evet; 15 Temmuz’dan bahsediyorum. Herkes gündelik meşgalesi içerisinde idi. Kimisi aile ziyaretinde, kimisi çoluyla çocuğuyla gezide, kimisi harmanını toparlama derdinde, kışlığını hazırlama telaşesinde idi. 40 küsur yıldır plan yapanlar ise bu planın deşifre olma ihtimalinin belirmesi üzerine, kim bilir biraz da acele ederek, sahaya inmişlerdi. Hesap; tarafların zaten bildiği bu kocaman oyuna geniş kitleler vakıf olmadan, geçmişte olduğu gibi bir gece operasyonu ile işi bitirme üzerine bina edilmişti. Hesaba katmadıkları şey ise; mülkün sahibinin de bir ‘hesabı’ bir ‘planı’ olduğu ve kukla oynatıcılar istemese de ‘Allah’ın nurunu tamamlayacağı’ yönündeki vaadi idi.

Öyle ya; arkanda ‘dünyayı ben yönetiyorum’ iddiasındaki bir güç varken, sırtınız yere gelir miydi hiç… Geliyormuş demek ki... Dünyayı da o yönetmiyormuş… Nitekim organizatörler olmasa da işbaşındakiler kıskıvrak ele geçirildi. Bir başka deyişle geçmişte olduğu gibi tereyağından kıl çeker gibi bir gecede her şey sütliman olmadı.

Evet, belki bir gecede her şey sütliman olmadı ama tehlike büsbütün de geçmedi. Her ne kadar 'en büyük tehlike atlatıldı' desek de bu atlatılan kısa vadeli olanı idi. Benim dikkat çekmek istediğim zamana yayılmış olanı...

Malum; yüz yılın ilk çeyreğinde bu topraklar küresel bir operasyona maruz kaldı. Bu operasyonun misyonu 1937’de (laik devlet) zirve noktaya taşınmış, milletin yüz yıllardır beslendiği kurumların dibine kibrit suyu dökülerek devletin dinle irtibatı bir bütün olarak kesilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, tekele alınan (tevhidi tedrisat) eğitim sistemi vasıtasıyla geniş halk kitleleri bu kavram üzerinden militerize edilmiştir.

İşte bu büyük oyunu bozan da, Osmanlı’da çok geniş bir toplumsal kabulü olan irfan mektepleri, bugünkü deyimle ‘cemaatler’ idi. Her ne kadar tekke ve zaviyeler kaldırılarak onun da kaynağı kurutulduğu düşünülüyor ise de, ilerleyen süreçte bu müesseselerin nüfuzunun kırılamadığı farkedildi. Bu arada ikinci dünya savaşı da sona ermiş, patron el değiştirmişti.

Zaman içerisinde neşvü nema bulan ve bütün olan-bitenin farkında olan hiç de azımsanamayacak ‘üçüncü taraf’ın faşist politikalarla bertaraf edilemeyeceği de ortaya çıkmıştı. Aralarında çeşitli ayrılıklar olsa da bunların her birisinin bir türlü kurutulamayan bu irfan mekteplerinden beslendiğini biliyordu yeni patron… Malum habis yapının 'cemaat' diye isimlendirilmesi de bu yüzdendi.

Her ihtimale karşı yedekte bekletilen bu türden organizasyonlar aslında yeni de değildir. İngilizlerin 19. yüz yılın sonu, 20. yüz yılın başında kurdukları 'İslamcılık' hareketinin aramızda halen aktif temsilcileri de var; hem kişi, hem de grup olarak… Buradaki ‘İslamcılık’ tanımlamasının cemaat tanımlamasından farklı olmadığını, sadece geniş kitleleri iknaya dönük olduğunu da özellikle vurgulamak isterim.

Tabii başka örnekler de var. Örneğin Vehhabilik böyledir. Bahailik, Ahmediye-Kadıyanilik de öyle... Müstemlekeciler bunların her birinden sonuç da almıştır. Körfez Savaşında bizim adını dahi duymadığımız Kesnizani (Kürtçe; 'kimse bilmiyor' anlamına geliyor) yapılanması (buna da tarikat ya da cemaat demek istemiyorum, malum nedenle) vasıtasıyla Irak'ın en önemli vurucu gücü olan Cumhuriyet muhafızları devre dışı bırakılarak Amerikan askerleri kısa zamanda Bağdat'a girmişti yine...

Bir an için Türkiye ile ABD arasında bir savaş çıktığını düşünün. Durum Irak'tan hiç de farklı olmazdı. Asker içerisindeki FETÖ’cülerin, ki 15 Temmuz’da komuta kademesindeki güçlerini gördük, liderlerinden gelecek bir talimatla silah bırakıp hepsinin teslim olacaklarını tahmin etmek hiç de güç olmasa gerek, değil mi? Olay bu kadar yakın ve tehlike bu kadar içimizde idi işte…

Bu ve benzeri tehditleri görebilmek için gerekli üç şey ise; vizyon-misyon, basiret ve ferasettir. İlla da feraset… Müslüman bir yandan vizyon-misyon sahibi iken, diğer bir yandan da basiret ve feraset sahibidir. Birincisi herkeste olabilir ve düşmanı zahiren tanıma ve düşmanın gücüne göre pozisyon almayı gerektirir. İkincisine ise bir kısım kimselerin vakıf olması mümkündür. Uzun dönemli planlamaya imkan verir. Ama üçüncüsü sadece mü’mine ilişkindir. Eğer bu üçüncüsüne talip olursanız; FETÖ ‘cemaat’ olarak isimlendiriliyor diye her cemaate toptan karşı çıkmaz, hangisinin iş birliği içerisinde, hangisinin ‘menfaat şebekesi’ ve hangisinin de irfan mektebi olduğunu görmeniz mümkün olur.

Öbür türlü savrulur durursunuz. Nitekim bu duruma vukufiyet kesbedememiş olan geniş halk kitleleri bilinçaltı operasyonundan etkilenmiş olup, kirletilen kavramlar üzerinden dine mesafeli durmaktadır. İyiyi-kötüyü ayırt edebilecek durumda olmadıklarından da toptanlaştırma yoluna gitmekte, bağlantılı bütün kavram ve kurumlarla arasına mesafe koymaktadır.

Oysa altını oyduğu şey, içerisinde bulunduğu gemi… Varlık nedeni yani… Hayat kaynağı bir başka deyişle… Nitekim Müslümanlıkla tanışması bugün Anadolu erenleri diye bilinen ismini cismini bilmediğimiz tasavvuf ve tasarruf erbabı eliyle oldu. Hala bir kırıntı varsa, düşmanın oyunu hala bozulabiliyorsa, şimdilerde ‘cemaat’ dediğimiz bu sivil organizasyonların samimiyetiyle oluştu bütün bunlar...

Bir başka açıdan değerlendirildiğinde 15 Temmuz bu metafizik felsefenin kırılamadığı anlamına da gelir. Coğrafyanın orasında burasında yatan ve kimi yerlerde ‘tekke’, ‘yatır’ olarak bilinen Anadolu erenlerinin kabirleri, onlar adına oluşturulan türbeler, biraz da bu yüzden önemlidir halk nezdinde işte...

Bilinçaltı propagandasının aksine kimse iradesini de kiralamamıştır. Halen varolan tasavvuf büyükleri sadece Allah'a yakınlıkları nisbetinde ehemmiyetlidir. Bu da her şeye hemen itirazı ortadan kaldırır. Cumhurbaşkanının bildiğini biz bilebilir miyiz mesela... O halde aklımıza yatmayan şeye hemen itiraz etmemek gerekir, değil mi...

Demem odur ki; 1923'ten beri ensemizde boza pişirmiş, toplumda sadece marjinal karşılığı olan ilk başta bahsettiğimiz o azgın, yobaz ve faşist, vesayetçi, jakoben, cuntacı, mandacı, besleme, kaymak tabakası asalak azınlık ve bağlantılı yapılar süreci eski gücünü yeniden kazanmak için fırsat olarak değerlendirme gayreti içerisinde... Buna fırsat vermek Türkiye'nin, hatta ümmetin kâbusu anlamına gelir. Önlerindeki somut hedef de 2023 seçimleri...

Başa dönelim; cin şişeden çıktıktan, ilk kan döküldükten sonra gerisi çorap söküğü gibi gelir. Birinci seferde başarılamayanın ikinci seferde de başarılamayacağının garantisi yok. Üstelik FETÖ'cüsünden NATO'cusuna, hırsına yenilmişinden, kuyruk acısı olanına bütün düşman kardeşler de artık iş birliği içerisinde… İşte, itibarsızlaştırılan kavramlar üzerinden ‘geliyorum diyen büyük tehlike’ de bu… Selametle kalın…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
15 Yorum