Sebahattin BİLGİÇ
HASRET YOLCULUĞU – 7
Çıkayım gideyim Urum eline aman aman,
Arzuhal vereyim Mehmet Beylerbeyine,
Aman aman Beylerbeyine.
Urum ellerindeyiz işte. Altı gündür demir atlarımızın üzerinde sevdalısı olduğumuz bu toprakları neşeyle, muhabbetle dolaşıyoruz. Coğrafyasının güzelliği bizi mest ediyor, cana yakın insanlarıyla hasret gideriyoruz. Dağı, tepesi, ormanı, ırmağı, yolu, patikasıyla bize çok aşina geliyor Urum elleri. Rüzgârı bize esiyor, ırmağı bize çağıldıyor, şiiri bizi anlatıyor, türküsü bizi ağlatıyor. Ey Rumeli, ah Rumeli…
Bugün yolumuz çok uzun. Yaklaşık yüz km yol gideceğiz. Artık turumuzun finaline doğru yaklaşıyoruz. Her sabahki gibi erkenden toparlanıyoruz. Heybelerimizi alıp apartman önüne indiğimizde mihmandarımız Cemal Beyi yine herkesten önce inmiş, neredeyse hazır halde buluyoruz. Şuan hava 8 derece ve herkes kıyafetini hava durumuna göre tercih etmiş. Ekip bisikletlerinin başında heybelerini yükleme telaşında iken Zekeriya Bey “size bir iyi bir de kötü haberim var” diye sesleniyor. Biz önce kötü haberi istiyoruz. “ Müjde! Bir hayli uzun rampamız var” deyince tur boyunca rampa çıkmanın alışkanlığı ve kondisyonlarımıza güvenmenin rahatlığıyla hiç tınmıyoruz. Ama iyi haber gayet hoşumuza gidiyor. Zira zirveden sonra elli km civarında yokuş ineceğiz.
Pirlepe’den ayrılmadan önce evlerin ortasında kalmış, adeta istila edilmiş camiyi buluyoruz. Cami özel mülklerin içinde adeta feryat ediyor. Hemen önümüzde beni kurtarın diye seslenen bu yadigâr mabet, bana Türkiye’de aynı mahiyetteki bazı tarihi camileri hatırlatıyor. Memleketimizde bile korunamamış ecdat yadigârları burada nasıl korunsun diye geçiriyorum içimden.
Yolculuk yavaştan başladı ama henüz kahvaltı edemedik. Şehrin çıkışına yaklaşmışken nihayet bir mekân görüyoruz. Bizim nimetlenebileceğimiz yiyecekler var hamdolsun. Ekip zevkine göre tercihlerini yaparken yanımızda şirin, antika bir araç beliriyor. Bu fırsatı kaçırmıyor sahibinden izin alarak araçla fotoğraf çekiliyoruz. Bu güzel aracın sahibi yaşlı amcada Mercedes özlemi olmalı ki aracının önüne Mercedes amblemini taktırmış.
Artık şehrin çıkışındayız. Her gün tekrarladığım âdetimi ihmal etmeyip hem pedal çeviriyor hem de Yasin i Şerifi okuyup başta Peygamber Efendimiz olmak üzere evladı fatihan ve tüm geçmişlerimize hediye ediyorum. “Kadir kıymet bilen nesillerden kadri kıymeti bilinen nesiller çıkar” denmiş. Hem şanlı ecdadımızın hem de bu güzel beldelerin kıymetini bilmek en önemli vazifelerimizden olsa gerek.
Yokuşun başında besmelelerimizi tazeleyip tek sıra halinde zirvenin yolunu tutuyoruz. Her yokuşta olduğu gibi biz yine Ferit Beyle öncü konumundayız. Rampa önümüzde zirveye doğru kıvrıla kıvrıla uzarken bize nefis manzarasını sunmayı ihmal etmiyor. Zaman zaman dağın eteklerinde yeşillikler arasında köyler gözümüze çarpıyor. Fakat köylerde artık minareleri görmek mümkün olmuyor. Zirveye yaklaştığımızda gözümüze çarpan bir askeri üst veya farklı bir tesis olmamasına rağmen, yüksek bir direkte Amerikan bayrağının dalgalanmasına hayret ediyoruz.
Bugün zirve tabelası 998 rakımı gösteriyor. Aşağıya doğru göz alabildiğince yeşil dağlar uzanıp gidiyor. Bizi yukarıya taşıyan yolun kıvrımlarında yeşillikler arasında hareket halindeki araçları görebiliyoruz bulunduğumuz zirve noktasında. Arkadaşları beklerken yükünü almış tırların yukarıya çıkarken aheste aheste ama yüksek sesle çıkışına bakıyoruz Ferit Beyle. Yine bizim az üstümüzde dağın eteğindeki patikadan iki katırıyla yol alan bir ihtiyar köylüye el sallıyoruz.
Bulunduğumuz güvenli noktada ekibin geri kalanı, Bilal Bey’in hopörlerinden yankılanan balkan türküleriyle neşeyle yanımıza ulaşıyor. Tabi bu Ferit Beyin tam beklediği durum. Hemen kollarını kaldırıp balkan dağlarının zirvesinde, balkan havalarıyla bir güzel coşuyor.
Zirveden aşağıya biraz ilerideki akaryakıt istasyonunda mola vermek üzere salınıyoruz. İstasyon zirvede dağın eteğine kurulmuş. Kamelyası, bankları, hatta küçük bir ibadet alanı bile var. Müşterisi ise bir hayli kalabalık. Bugün de rüzgâr dünkünden farklı değil. Hele dağın bu noktasında hatırı sayılır esmeğe devam ediyor.
Biz de buranın kültürüne ayak uydurduk. Neredeyse her durduğumuz noktada kahvelerimizi içiyoruz. Ellerimizde kahveler, karışımızda yemyeşil ve uzayıp giden bir manzarayı seyrederken yine büyük bir tartışmanın içindeyiz. Ekibin en centilmeninin kim olduğunun ( wifiyi bulduğunda eşiyle hemen irtibat kurma meselesi) kararı aşamasındayız. Cemal Beyin bu konuda puanı az, hiç radara girmedi. Fakat Ferit Beyle kimsenin boy ölçüşmesi mümkün değil. Bilal Beyin gizli centilmen olduğuma karar veriyoruz. Zekeriya Bey çekingen centilmen. Bir dahaki turlar için yatırım yapmayı ihmal etmiyor. Neyse ki hararet artınca beni oylamayı unutuyorlar.
Bir başka tartışma da ekibin en dayanıklısı kim tartışması. Bu sefer oylama Bilal ve Ferit Bey arasında. Herkes bir şey söylerken ben fotoğraflarla konuya noktayı koyuyorum. Rampa sonrası ekibin durumu fotoğraflarla belgelenmiş durumda zira.
Cemal Beyin dikkatli inmemiz gerektiği uyarılarıyla demir atlarımızın üzerindeyiz. Rüzgâr karşımızdan esse de iyi, uzun ve kıvrımlı rampalar silsilesini ineceğiz. Araç trafiğinin özellikle tır ve kamyon trafiğinin yoğunluğu çok olduğundan dikkatli olmamızı gerektiriyor. Sanırım elli km ye yakın iniş silsilesi bu güne kadar çıktığımız rampaların ödülü gibi. Zaman zaman uçurum kenarlarından geçiyoruz. Tepelerde, uçurum kenarlarında alabildiğince bağırmak bana iyi gelir. Bisikletimin üzerinde salınmış hızla inerken, zaman zaman bağırmayı da ihmal etmiyorum.
Bayırlar bittiğinde geniş bir ovanın içinden bazen hafif inerek, bazen hafif çıkarak uzayıp giden güzel bir yoldayız şimdi. Yol çift yönlü ama hem sıcak asfalt hem de emniyet şeritli. Rüzgâr yine insafsızca karşımızdan esse de zevkle pedallıyoruz. Ülkenin bu bölgesinde geniş üzüm bağları mevcut. Yolun sağ tarafında ovanın içine konuşlanmış yeşillikler içinde sıra sıra köyler var. Karşı araziler ise alabildiğince üzüm bağlarıyla bezenmiş durumda. Geçtiğimiz yol boyunca toprağın rengi sarı ve üzüm için uygun olduğu anlaşılıyor. Bazı asma dalları tel örgüleri aşmış ve yol kenarına ayrı bir güzellik katmış.
Hep beraber muhabbetle yol alırken bir anda yol otobana dönüşüyor. Halbuki ne bir uyarıya rastladık, ne de bir çıkış fark ettik. Yolun bir bildiği vardır deyip gişelere kadar sürüyoruz. Kara Yolları çalışanı olarak Ferit Bey gidip gişe memuruyla görüşüyor. Memurun devam edin işaretiyle biz otobandan yola revan oluyoruz. Ama Ferit Bey görevliye ne dedi, görevli ne anladı hala muamma. Yirmi km boyunca sürdük ama prensip sahibi Cemal Bey bu arada neler yaşadı Allah bilir. Zira bisikletlerin otobana girmesi yasak. Neyse ki sonunda bir dinlenme tesisine ulaşıyoruz da problem kalkıyor. Tesisten yan yola çıkış olması başta Cemal Bey olmak üzere hepimize bir ohh çektiriyor.
Köprülü'ye doğru yol alırken gözüm hep yol kenarında hüdai mümbit üzüm bulabilir miyim diye keşifte. Nihayet kuş üzümlerini görünce hemen duruyoruz. Ekşimsi, mayhoş üzümler, gelinen bunca yol sonrası içimizi ferahlatıyor, ayaklarımıza dermen oluyor.
Artık Köprülü’ye ( Veles) iyice yaklaştık. Şehir iki tepe arasında Vardar Nehrinin kenarına kurulmuş. Girişte tepelerin eteklerindeki kiliseler dikkatimizi çekiyor. Şehrin merkezine doğru tren yolunu takip ederek devam ediyoruz. Öncelikli hedefimiz öğlen vakti çıkmadan camiye ulaşmak.
Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa Camii şuanda ibadete açık tek cami. Caminin sokağına yöneldiğimizde bir yaşlı karşıdaki park etmiş aracın oradan gireceksiniz deyip bize yol gösteriyor. Ek binada birkaç kişi var. Onlarla hem sohbet ediyor hem de namaz için hazırlanıyoruz.
Caminin haziresinde bakımsız mezarlar ve mezar taşlarını görmek içimizi burkuyor. Baş ve ayakucu şahidelerinin her biri bütün Osmanlı Coğrafyasında gördüğümüz şahidelerden ve hepsi birer sanat eseri özelliğinde. Bizim mezar taşlarına hüzünle baktığımızı gören yaşlı, ırkçı Makedonların camilerdeki tahribinden bahsediyor. Hatta burada dokuz cami vardı maalesef sadece bu camiyi koruyabildik diyor. Cami bahçesinde konuştuğumuz cemaatte hala bir ürkeklik olduğunu hissediyoruz. Anlıyoruz ki balkanlarda yaşamak zor, balkanlarda Müslüman olmak zor, balkanlarda Türk olma zor. Dili, dini, geleneği, kültürü korumak, nesli muhafaza etmek buralarda hiç kolay değil.
Osmanlılar buraya Köprülü demişler. İsmini Fatih döneminde Vardar Nehri üzerine kurulan köprüden almış bu güzel şehir. Maalesef köprü günümüze ulaşamamış. Osmanlı Tarihindeki Köprülüler Sülalesinin kökleri de bu şehre dayanıyor. Köprülü Mehmet Paşa ile başlayan sadaret görevi sülaleden yedi paşa ile yetmiş yıl kadar sürmüş. Paşalar Osmanlının zor döneminde önemli vazifeler üstlenmişler.
Ülkenin tam ortasında yer alan şehir şuan elli bini aşkın nüfusa sahip. Bölgedeki Türk nüfusu da oldukça azalmış. Bölge Türkleri Tito döneminde genelde Ege bölgesine göçmüş. Şemseddin Sâmi 1314 (1896-97) yılında Köprülü’de 16.279 nüfus, dokuz cami, iki mescid, yedi tekke, üç kilise, bir manastır, bir rüştiye, Müslümanlar için üç, Bulgarlar için üç ve Yunanlılar için iki mektep bulunduğunu kaydeder. Bunların yanında otuz iki han, bir de hamamdan bahseder. (TDV İslam Ansiklopedisi) Şimdi biz bu tarihi mekânların hali ne oldu, arasak bulabilir, görebilir miyiz telaş ve endişesindeyiz.
İkindi ezanı okunmaya başlayınca bahçeden camiye giriyoruz tekrar. Caminin insanı saran sıcak bir yapısı var. Tüm Balkan camilerindeki renklilik bu mabette de kendini gösteriyor. Cemaatle beraber safa durup ikindi namazını eda ediyoruz. Namaz her yerde önemli ama Köprülü’nün ayakta kalan tek camiinde eda edilmesi bu bölgede bayrağın dalgalandırılması açısından daha da önem arz ediyor. Yanımızda getirdiğimiz Edirne’nin meşhur Kavala Kurabiyesinden cemaate ikram ediyoruz.
İmam Efendi ile Makedonya’da bulunduğumuz süre boyunca bu üçüncü karşılaşmamız. Burada da karşılaşmamız Makedonya ne kadar da küçükmüş diye düşündürüyor. İmam Efendi Türkiye’den görevlendirilmiş bir Diyanet görevlisi. Bir buçuk yıldır bu camide görev yaptığını söylüyor. Cami cemaatinin genelde Roman ağırlıklı olduğundan, Cuma namazlarında caminin dolduğundan bahsediyor. Gençlerin Avrupa içlerine çalışmaya gittiğinden, irşad ve tebliğ faaliyetlerinin ise bölgede az olduğundan söz ediyor. Köprülü'de hemşerilerini görmek Hoca Efendiyi mutlu ediyor. Evine çay davetini nazikçe geri çeviriyoruz. Yemek yiyebileceğimiz yerin tarifini alıp Hoca Efendi ve cemaatle vedalaşıyoruz.
Hafızasında nice hatıralar gizli nazlı nazlı akan Vardar Nehrinin üzerinden geçip doğruca saat kulesinin önüne varıyoruz. Kule yamacın eteğine küçük bir düzlüğe yapılmış. Biz fotoğraf çekilmek üzere poz vermeye çalışırken yanımıza bir soydaşımız geliyor. Tekrar önemini idrak ediyoruz ki Balkanlarda Türk bayrağıyla dolaşınca konuşacak kimse aramaya gerek yok. Hemen birileri yanınıza yaklaşıp, klasik tanışma metodunu uygulayıver. Hüseyin Kardeşimiz Köprülü'nün civarında bulunan Türk köylerinden birinde, Çeltikli’de oturuyormuş. Hayvancılık yaptığını söylüyor. Aynı zamanda bal üretimi de yaptığından bahsediyor. Yanında olmadığından balından tatmak mümkün olmuyor. Hüseyin Beyin gözünden saat kulesi önü pozumuzu veriyoruz.
Vakit bir hayli akşama yaklaşmış durumda. Biz bu akşam Köprülü'ye sekiz km mesafede bir göl kenarında, Mladost’da konaklayacağız. Zekeriya Bey Makedonya’daki son gecemizde bizi ödüllendirmek istiyor. Demir atlarımızla şehirde bir tur atıp istasyona yakın olduğunu öğrendiğimiz lokantanın yolunu tutuyoruz. Bulmakta zorlansak ta sonunda maksadımıza ulaşıyoruz. Bugün sabah kahvaltısından buyana yine bir şey yemedik. Açlıktan karnımız davul çalıyor nerdeyse. Siparişler geldiğinde önce gözümüz, sonra karnımız doyuyor. Makedonya’da köfte gerçekten hem anmaya hem de yemeye değer. Tabi bizdeki gibi yemeğin arkasından bir de çay servisi olsa aliyyül ala olacak.
Sabah 07. 30 dan bu yana yollardayız. Kartpostal gibi bir manzarada, günün sonuna yaklaşmanın neşesiyle gölün kenarına ulaşıyoruz. Burası bir tatil yeri konumunda. Her tarafta oteller ve pansiyonlar mevcut. Son noktaya ulaştığımızda bugünkü kilometremiz 98.5 km yi gösteriyor. Kiraladığımız pansiyon gölü tepeden gören mimarisi güzel ve güzel döşenmiş bir daire. Ev sahibimiz bir diş tabibi ve bizi gayet güzel karşılıyor. Türkiye’ye sık gittiğinden ve Fenerbahçe’den bahsediyor. İçimizdeki Galatasaraylılar bozulsa da yapacak bir şey yok adam fenerli.
Güneşin zayıflayan ışıkları gölün üzerinde kızıllık oluşturarak kaybolurken, bize bu güzel manzarayı seyretme zevkini sunuyor. Bu akşamki ev sahibimiz cömert çıkıyor. Rakı ikramını geri çevirince hayretini gizlemiyor. Neyse ki bize mutfakta kahve bırakmış. Bu akşam kahveler Zekeriya Bey’den.
Beş yüz yılı aşkın vatan tuttuğumuz bu Balkan topraklarının her bir şehrinde gönlümüzün bir kısmını bırakmanın hüznüyle, arkadaşlara Yunus’tan bir şiir okuyorum kahveleri yudumlarken;
Düşdi önüme hubbü’l vatan
Gidem hey dost diyü diyü
Anda varan kalur heman
Kalam hey dost diyü diyü…
Balkanlarda edindiğimiz dostlara selam, kimsesiz yatan şühedaya rahmet olsun…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.