İç'e kapanmayla dış'a yamanma arasında…

Bütün yaratıcı fikir, sanat, siyaset, kısacası medeniyet atılımlarının yegâne itici gücü, “temas” kavramı ve eylemidir. Temas'ın biri dâhilî, diğer hâricî olmak üzere iki temel boyutu vardır.

Dâhilî temâs, içe dönük bir oluş ve oluşum; hâricî temas ise dışa dönük bir varoluş ve varediş yolculuğudur. Dâhilî temas süreci, bir medeniyetin “mekke süreci”ni oluşturur; hâricî temas süreci ise, “medîne süreci”ni. Mekke süreci'nde münferit şahsiyet inşa edilir, müşterek şahsiyetin anlam haritaları çıkarılır; medine sürecinde ise müşterek şahsiyet yani “toplum” tesis edilir, medeniyetin yapıtaşları döşenir ve kürevî / üniversal şahsiyetin varoluş ve teşekkül alanları teşkîl edilir.

Dâhilî temas süreci, bir medeniyetin temellerini oluşturan yaratıcı bir ruh sunar, o medeniyetin aslî dinamiklerini yani temel normlarını şahsiyette vücut ve hayat buldurtur; asil / özgün bir şahsiyet inşa eder.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en belirgin özelliklerinden biri, hem kendini ifade etme kabiliyetine sahip olması, hem de kendini ifade etme kabiliyetine dair bir şuura mâlik olmasıdır. Aslî dinamiklerin ya da normların, sadece hayat bulması, hayatiyet kazanması için yeterli değildir; bir de hayat olması, hayatın kendisi olması, müşterek şahsiyetlerden teşekkül eden çok boyutlu, çok katmanlı, çok-fonksiyonlu bir hayat kurması, bir medîne teşekkül ettirmesi zarûrîdir.

İşte özelde bir fikir, sanat, siyaset teşebbüsünün, genelde ise medeniyet iddiasının hayata geçirilebilmesinin yegâne yolu, bunların nasıl hayata geçirilebileceği sorusuna vereceği cevapta gizlidir: Bu sorunun cevabı, aslî dinamiklere yani normlara hayatiyet kazandırabilme çabasında gizlidir. Bu da münferit şahsiyetin müşterek şahsiyete dönüşmesiyle, dolayısıyla medîne sürecinin hayata geçirilmesi imkân dâhiline girebilir.

Çünkü dâhilî temas süreci, meyvelerini hâricî temas sürecine dönüşebilme kabiliyetleri geliştirebildiği ölçüde verebilir. Bu da, dâhilî temas sürecinde oluşturulan aslî dinamiklerin veya normların, hâricî temas sürecinde kendilerini ifade edebilecek, dışa vurabilecek, dış dünyaya yansıtabilecek formlar ya da usûller geliştirebilmesiyle mümkündür.

Vahiy sadece münferit şahsiyet inşa etmekle sınırlı değildir; müşterek şahsiyeti de inşa eder ve kürevî bir şahsiyetin inşasının temellerini atar: O yüzden vahiy, Mekke döneminde bitmemiş, Medîne döneminde de sürmüştür.

Burada meselenin bugün bizi ilgilendiren püf noktası, vahyin mekke sürecinde aslî dinamikleri oluşturması, bu aslî dinamiklerin medîne sürecinde kendilerini münferit şahsiyetten müşterek şahsiyete yani topluma nasıl aktarılabileceği, yani kendini nasıl ifade edebileceği, dış dünyaya şekil verecek konuma nasıl geçebileceği meselesidir.

İşte bu hayatî sorunun cevabı, medîne sürecinin başlatılmasında ve bizatihî Hz. Peygamber'in üstlendiği mükellefiyette gizlidir: Kur'ân, mekke sürecinde insanı ilâhî şuurla tanıştırarak aslî dinamikleri yani normları belirlemiş, peygamberî şuur'la teçhiz edilen Hz. Peygamber ise münhasıran medîne sürecinde bu normları dış dünyaya aktararak bu normlara form kazandırmıştır. Peygamberî şuur, kendisinden sonraki tarihî süreçte, ilâhî şuurla irtibat kurabilmesini sağlayabilecek bir beşerî şuur kazandırmıştır insana.

Toparlarsak… Kur'ân asıl / norm, Hz. Peygamber usûl / form'dur. Kur'ân'ın aslî dinamiklerinin (dâhilî temas'ın) meyvelerini verebilmesi, ancak bu aslî dinamiklere / normlara form kazandırabilmekle (hâricî temas'la), bunun usûlünün ortaya konulmasıyla; yani hem insanın toplumla temas ve hayat bulmasıyla, hem de Müslümanların müslüman olmayan insanlarla ve toplumlarla teması her dâim diri ve canlı tutabilmeleriyle mümkündür.

Sadece dâhilî temas, bir medeniyetin kendi içine ve kendi üstüne kapanmasıyla, zamanla donması ve çürüyerek yok olmasıyla sonuçlanır. Dâhilî temasın ürettiği normların hayatiyet kazanabilmesi, hayatiyetini sürdürebilmesi ancak bu aslî dinamiklerin formlara bürünebilmesiyle, hâricî teması her dâim sürdürebilmesiyle mümkün olabilir; ki bu da bir usûl meselesidir.

İçine kapanan toplumlar, aslî dinamiklerini dondurmaktan ve kokuşturmaktan, sonra da dış'a yaranma / palyaçolaşma (çift yönlü temassızlık) biçimlerine dönüşen dış'a yamanma hâlleri geliştirerek yok olma sürecini tetikleyen metamorfoza uğrama patolojilerine maruz kalmaktan kurtulamazlar. Şu ân Türkiye'nin yaşadığı macera böylesi bir macera. Eğer yok olmak istemiyorsak, bu macera üzerinde biraz kafa patlatmamız gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar