İLK GÜNKÜ GİBİ

Biraz önce bir arkadaşımın anjiyo olacağını öğrendim. Gözlerim doldu. Ardından da birkaç damla düştü sineme.
Zaten belliydi böyle olacağı.
İşaretleri son yıllarda daha bir belirginleşmişti...
Annelerimizi gömmüştük yüreklerimize. Erkeğiz ya! Gözyaşlarımızı içimize akıtmış ama kuytularda gizli gizli ağlamıştık “nerdesin anne, çok özledim seni” diye.
Evlenenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Herkes eşleriyle daha fazla zaman geçirir olmuş, birbirimizi sadece koridorlarda ve arada sırada atılan “facebook” mesajlarında veya “forward” edilmesi gereken mesajlarla hatırlar olmuştuk.
Hele yolda, koridorda veya iş yerine getirildiklerinde gördüğümüz çocukların ne kadar büyüdüğünü görünce anlamıştık zamanın ne kadar hızlı geçtiğini.

Hele biraz yakından bakılan yüzler yok mu?
Ya saçlara ne demeli? Nasıl da kırağı düşmüş o siyah zülüflerin arasına! Nasıl başkalaşmış ilk günlerden bu yana!
Yoksa herkes, Fırıncı Hikmet gibi korktu mu ki yanmaktan? O yüzden mi bu beyaza bürünüş?
Ya parmaklar…?
Parmakların boğumlarının nasıl büzüldüğünü, nasıl eskidiğini görebiliyor mu gözler? Yıllanmışlığın en iyi ispatı değil midir oysa onlar da…?
Peki alınan kilolar, sarkan gıdılar, takılan yakın uzak gözlükleri…?
Ya göz kenarlarına ne demeli..?

Safta yan yana durduğumuz arkadaşlarımızdan kiminin eğilmekte zorlandığını görünce anlamıştım vaktin yaklaşmakta olduğunu.
Yan yana düştüğümüzde sağlık sorunlarının konuşulmaya başladığında anlamıştım eskimeye başladığımızı.
Koridorlarda karşılaştığımızda ettiğimiz iki çift lafın arasına sıkıştırdığımız “eski günleri” yâd etmeye başladığımızda anlamıştım bir şeylerin bitmek üzere olduğunu…

Kimse yoktu aramızda ölüme yakın olan ilk yıllar.
Osman’ın vefatı ile vuruldu kapımız ilkin. Selman’ın bir gece bastığı “Osman Abi” çığlığı vermişti ilk uyarıyı.
Sonra bir gün Fatih’in yoldan gelen ölüm haberi haykırmıştı yakın olan gerçeği…
Yanında kurulu bulunduğumuz kabristandı ilk hatırlatıcı aslında. Yüreği olanlar duyuyordu belki öbür taraftakileri ve kaçıyorlardı bu yüzden aramızdan, bir bir…
Kaçarken de geriye dönüp, bakıyorlar hâlimize ve ağlıyorlardı içten içe, “bilmeden yaşamanın” ne büyük acılar verdiğini öğrendikleri için…

Her şeye koşma, geride kalmaya başladı sanki.
Setlerin üstünde, çalışılan koltuklarda uyuyup kalma geride kaldı sanki.
Hafif meselelerden dolayı birbirine bağırıp çağırmalara rağmen,
Bakışların ihanetlerine rağmen,
Sözlerin kırıcılığına rağmen,
Bağırışların yürek burkmasına rağmen kardeş oluşlar unutuldu sanki…
Sarılıp göz yaşı dökmeler, helallik istemeler unutuldu sanki…
Yani,
Daha mı dünyalık olduk, şu geçen günlerde acaba?

Yürekler geçiyor.
Tıpkı ömürler gibi...
Gözyaşları da azaldı, kahkahalar da…
Çocukların derdiyle, eşlerin tasasıyla ve eskimenin getirdiği yüklerle eriyor takvim yaprakları.
Ömür bitiyor.
Öz tükeniyor.
Tâkât yetmiyor merdivenleri çıkmaya. Asansörlerin katta olması gözleniyor.
Ümitler kalıyor geriye ve
Biten bir şeyler yeni başlangıçları müjdeliyor.
Yani, artık dünyalıkların göçmenlik çağı başlıyor.
Nereye mi göç?
Şimdi, soru mu bu: Göç nereye?
Cevap mı arıyorsun?
O halde aynaya baksana.
Yani Sen olsana… İlk günkü gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar