Kaçan goller, uçuşan kartlardan sonra İspanya, bileğinin hakkıyla en büy

Soccer City’nin basın bölümünde yalnız başıma -ya da huzursuz ruhumla baş başa- oturuyorum.
Tribünler yavaş yavaş doluyor.
Birazdan Shakira’lı kapanış töreni başlayacak. Turuncu Hollandalılar, sarı kırmızı aslan İspanyollar, büyük bir keyifle vuvuzelalarını cıyaklatıp gürültülü patırtılı halleriyle pürneşe şamataya boğulmuş durumdalar.
Keşke ben de onların yerinde olabilseydim, yani finalistlerden biri de Türkiye olsaydı. Acaba ömrü hayatımda böyle bir gün yaşanabilir mi?
Yorumun başlığı kışkırtıcı:
“Kupayı İspanya mı, yoksa Barca mı aldı diyeceğiz?”
Hatta bölücü denebilir bu başlığa...
Barcelona, bir Katalan takımı. Katalunya öteden beri kendi kültürüne, kendi özerkliğine fazlasıyla düşkün bir bölgesidir İspanya’nın. Bağımsızlık cereyanları da güçlüdür.
Basklar gibi Katalunyalılar da, Madrid’deki merkezi hükümete ve onun ulusal sembollerine, örneğin sarı kırmızı İspanyol bayrağına pek öyle sıcak değillerdir.
Bugün İspanyol milli takımının belkemiğini Barcelona takımı oluşturuyor. Her maçta milli takımın altı yedi topçusu Barca’dan. Finalde de farklı değildi.
Bu nedenle, “Kupayı İspanya mı, Barca mı alacak?” başlığını çeken yorumcu neyi sorguladığının bilincinde.
Ama İspanya Başbakanı Zapatero da bunun ardında yatan gerçeği -ya da hassasiyeti- biliyor. Bunun kaşınmasını önlemek için olacak, final öncesinde ülkenin çoğulcu yapısına değinmek gereğini duymuş:
“Bizim milli takımımız, farklılıkları uyum içinde yaşamak isteyen çoğulcu bir ülkenin sembolüdür, temsilcisidir.”
İlginç, İspanyol milli takımının Teknik Direktörü Vincente del Bosque de ‘ülkenin birliği’ meselesini gündeme getirmiş, “Bu ülkenin özerk toplulukların bayraklarından önce ulusal bayrağı var” diyerek...
Yoksa Zidane’lı, Vieri’li, Thuram’lı Fransız milli takımı 1998 Dünya Kupası’nı aldıktan sonra Fransa’da yaşanan tartışmalar İspanya’da da mı yaşanacak, eğer kupayı kaldırırsa?
Doğru doğru, futbol asla sadece futbol değildir diye kitap yazan Simon Kuper haklı...
Del Bosqeu’yi rahatsız eden bir soru daha sorulmuş final öncesi kendisine:
“Acaba Hollanda da sizin İnter’iniz mi olacak?” Bu soruya bozulmuş İspanyolların tonton hocası del Bosque, ne alakası var diye çıkışmış gazeteciye...
Aslında fena soru değil.
Geçen sezon Barcelona’nın Avrupa’daki müthiş yükselişini iki maçta darmadağın edip durduranlar İnter’le, onun şimdi Real Madrid’e transfer olan hocası Jose Mourinho olmuştu.
Mourinho, kendi deyişiyle, Barca’nın benzin deposuna bir adet kesme şeker atarak o olağanüstü pas makinasını etkisiz kılmış ve Xavi’nin liderliğindeki muhteşem Barca orta sahasını kilitlemişti. Barcelona’nın orta sahası, şimdi İspanya’nın orta sahasıdır.
Ve gitgide efsaneleşen futbol hocası Mourinho’nun Barca’yı bu kilitleme operasyonunda anahtar rolü oynayan topçuların başındaki Wesley Sneijder ise birazdan Portakallarla birlikte sahaya çıkmaya hazırlanıyor.
Johan Cruyff, Hollandalı büyük futbol efsanesi, uzaktan gözüktü.
1970’lerde kendi ülkesinin futbol kültürünü Barcelona’ya aşılayarak, İspanyol futbolunun bir sentezle bugünlere gelmesinde büyük emeği olan Cruyff İspanya’yı favori görüyor.
Sözleri ilginç:
“Ben Hollandalıyım ama hep İspanya’nın oynadığı futbolu savundum.”
Ben de İspanya’dan yanayım. Ama bu kadar peşin favori ilan edilmesinden de rahatsızım.
Futbol bu, belli mi olur?
Gerçekten muhteşem bir gösteri, kapanış töreni heyecan kasırgası yaratarak bitiyor. Cumhurbaşkanı Mandela’nın da srüpriz katılımıyla...
Ve takımlar gözüktü, futbol ateşi bastı.
Yazının ikinci bölümü maç sonrası...
* * *
120 dakikalık öylesine heyecan dolu bir final oldu ki, kaçan gollerin, uçuşan sarı kartların haddi hesabı yoktu. Sonunda Hollandalı bir topçu kırmızı görerek oyun dışı kaldı.
Robben, o büyük golcü, herhalde Robben olalı iki muhteşem gol fırsatını ilk kez mirasyedi gibi harcayarak ülkesini belki de Dünya Kupası’ndan etti.
Buna karşılık maçın adamı seçilen İniesta, 116. dakikada altı pasın üzerinden çaktığı voleyle ülkesinin ilk kez Dünya Kupası’nı kaldırmasını sağladı.
Ne büyük bir heyecan fırtınasıydı o gol anı!
Sahanın hakimi yine İspanyollardı. Xavi’yle İniesta’nın müthiş oyun kuruculuğuyla sahayı parsellediler.
Robben’i durdurmakta ise zorlandı İspanyol defansı ama Sneijder’i oynatmadı, kilitlemesini bildi. İspanya ilk yıldızı göğsüne takarken, hiç kuşkusuz, Dünya Kupası’nı bileğinin hakkıyla aldı ve futbolda dünyanın en iyisi olduğunu kanıtladı. Gözüm, Vincente del Bosque’ye ilişti, bu kez sevincini belli ediyordu, gözleri dolu doluydu.
Futbol deyince, bir teknik direktör, bir takım ve bir ülke için bundan daha büyük bir ödül ve onur elbette olamazdı.
Ne güzel!
Ben de sevindim.
İniesta’nın golü Hollanda ağlarını dalgalandırdığında ben de ayağa fırladım, gooolll diye...
İyi ki futbol var!

Önceki ve Sonraki Yazılar