“Medeniyet” retoriğinin sadedi nedir? (II)

III. Selim’le başlatacağımız Osmanlı modernleşmesinin kronolojisindeki sürekliliği II. Mahmut damarından mı, yoksa II. Abdülhamit damarından mı yürüttüğümüz sorusu, bugünkü aydınlanmacı/laik modernleşme ile muhazafakâr modernleşme arasındaki gerilimi izah ediyorsa eğer, “medeniyet” retoriğinin muhafazakârlığı üretmeye yaptığı katkının menbaını da keşfetmişiz demektir.

 

Şu halde bunca zamandır karşılaştırmayı II. Mahmut ve ardıllarının “Batıcı”lığı ile, II. Abdülhamit ve haleflerinin “İslamcılık”ı üzerinden idrak etmeye beyhude uğraşıyoruz. Yahya Kemalvâri medeniyet güzellemeciliğinin nostalji hissiyatını ayaklandıran edebiyat türüyle zihin yönlendirmesinin hafifletici sebep olarak öne sürülmesinin hiç faydası yoktur.

 

Geriye doğru medeniyet okumalarının tarihin kırkambarında yaptığı ayıklamalarda Abdülhamit’i bu tarafa, başkalarını ise öteki tarafa düşüren ölçütün, neden değişik modernleşme usüllerini değil de, hiç yaşanmamış hayali bir kavgayı temel aldığını bugünün tartışmalarının duyduğu ihtiyaca bağlarsak en azından vicdanımıza karşı dürüst davranmış oluruz.

 

Acaba saf çelişki, İslam’ın muhtelif tezahürlerle hayatın içinde çiçek açmasına adanmış mücadele ile, bu diyarı ruhu ve bedeniyle Batılılaştırmaya çalışanlar arasında mı cereyan edegeldi? Modernleşmenin pişirildiği ocak sıfatıyla imparatorluk sarayının karşısındaki bütün tenkit sahipleri, acaba modernleşme bayrağını hiç elden düşürmeyen saltanatı değil de, aslında Batılıların nâmına “halife-i rûy-i zemin”in Müslüman milletler üzerindeki ilahî/manevî himayesini mi hedef alıyorlardı? Bâhusus Seyyid Cemaleddin’den başlayarak devam eden Abdülhamit’e yönelik İslamcı eleştiriler, bugünün tabiriyle söylersek, imparatorluğa kasdetmiş kaos planının parçası mıydı?

 

Muhafazakârın elindeki “medeniyet” markasına medar teşkil eden tecrübeyi, ikiyüz küsur yıllık modernleşme tarihimizin ne kadar ötesine taşırabiliriz ki?

 

“Medeniyet” retoriği kelimenin bütün anlamlarıyla mecburen muhafazakârdır. Muhafazakâr olduğu için sağcı/milliyetçi, faydacı ve zamaneci olmak zorundadır ve tam da bu nedenle ilkeye, ahlâka ve vicdana dayalı ve onun meşruiyetini derinden sarsan İslamcı meydan okuyuşu hasım görmektedir. Siyaseten doğrunun değil, vicdanen, ahlâken ve ilkesel olanın ne söylediğine bakarak yol almaya çalışan İslamcılık, Osmanlı sarayının modernleşmeye sunduğu cömert evsahipliğini kolayca tespit edebilirken, temel ilkesini zamanın icabına göre her defasında yeniden oluşturan muhafazakârlık, bırakalım geçmişe dönük en küçük bir kuşkuya sahip olmayı, geride kalan tarihsel tecrübeyi aydınlık gelecek inşa etmenin yegane imkanı olarak selamlıyor.

Medeniyet retoriğinin neden muhafazakâr edebiyatın birikimine dayanmaktan başka kaynak bulamadığı, neden ihya ve inşa işinin mimarları olan fakih, mütefekkir, müfessir ve muslihlere istinat edemediği artık anlaşılmış olmalıdır.

 

Buradaki kusuru farkedip telafi çabasına giren “medeniyet” retoriğinin yaptığı tek şey, yeşertilmeye çalışılan dinî tefekkürün üslubunu “medeniyet” güzellemeciliği için araçsallaştırmaktan ibaret olmaktadır. Oysa bu çabanın mimarlarının aklı, tarihsel olanın hakikati temsil ettiğiyle değil, yeni dinî tefekkürü inşa ile meşguldü. Bu iş için ihtiyaç duydukları entelektüel kapasiteyi ne imparatorluk sarayında, ne de medresede bulamadıklarından, “tıpkı Abduh gibi”, ihya ve ıslahın daima başvuracağı kaynaklara yöneldiler.

 

Muhafazakârın elinde ise kala kala sadece medeniyet edebiyatı kalmasının nedeni o kaynaklarla ilişiğinin kesik olmasıdır. Bu bahiste aydınlanmacı modernleşme ile muhafazakâr modernleşmenin İslamî müktebesata yabancılığındaki şaşırtıcı benzeşmeye mim koymakla yetinelim.

 

Muhafazakâr zihin, “medeniyet” retoriği için tarihi yeniden yazarken ilerlemeci tarih fikrini istihdam ederek bir tarihsel sıralama, hatta hiyerarşi yapmakta ve -Selçuklu öncesini dışta bırakıp- Osmanlılar dönemini Selçuklulardan devralınan medeniyet bayrağının zirveye taşınması biçiminde tanımlamaktadır. Oysa kronolojiye doğrulatılan bu sıralamanın bilim, felsefe ve irfanın tevarüsü bakımından geçerliliği kesinlikle sözkonusu değildir.

 

Acaba Selçukludan sonra Osmanlı, Roma’dan sonra Bizans’ın varisçiliği gibi midir? Eğer böyle farzediliyorsa Selçukluların Abbasilerden devralıp Anadolu’ya getirdiği felsefe, irfan ve bilimi, ekseninde Osmanlı olan medeniyet tarihinin başlangıcında ve devamında neden bulamıyoruz?

 

Sağcı kimliği inşa edebilmenin mümkün yolu, büyük İslam düşüncesi ve birikiminden kopmaktır ve “medeniyet” kavramı bu iş için epey kullanışlıdır. Çünkü “medeniyet”, milliyetçilik yerine ikame edilebilecek, sıhriyet vasıtasıyla din ve medine ile akraba, heyecan verici bir kavramdır.

 

“Medeniyet” retoriğinin sadedi budur, başka da bir şey değildir!

 

* Yazı, eşzamanlı olarak Özgün Duruş gazetesinde de yayınlanmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar