Mihman Kelimeler

Mihman Kelimeler

MERHABA HABERNAME

 

        ÖYKÜNÜN ÖYKÜSÜ

                                                 Var  ise mihmân olan cân ile kalmışlığın

                                                Yok mu sebeb üzre ilhâm ile yazmışlığın 

      Kaderindendir her öykünün kalemin mürekkebinden birkaç  damla taleb ederek kağıda dökülmesi. Taşlı topraklı  yollardan  sıyrılıp  bir yüreğe tılsım olmasından bellidir yâresi. Ve yaprağa düşen bir çiğ tanesi kadar  mağrûrânedir  bir öyküye başlamak;  ve kaderindendir bir öyküyü yaşamak.

     Kaç derdin dermânı,  kaç dostun hem-demidir öyküler. Gönül muhîtine sıklet olmuş olmalı ki adını koyuvermişler öykü diye;   iki varak sonra sonu yazılmak üzere. Efendisinin  nakş-ı hayâlinden alınmış ince ince işlenmiş, nokta konulmayacak kadar uzunmuş muhayyilesi amma âhiri yaşamak da tükenmeyen bir yorgunluk hikâyesi. Hasılı hep yarım kalmış öykünün  bir demlik  “Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz”diyen figânesi  .

    Zamanın bir akış platformu olduğu düşünülürse, zuhur etmiş ve etmekte olan vakıaların tasavvuru ve tahkîki hiç şüphesiz asıl olandan zamanımıza kadar olmalıdır. Çünkü   varlık ve yokluk  merhalesinde   bir vakıa olan, esrâr-ı hakikatlerin kapılarındaki sırları aralayan eser yaratıcısının külli hakikati anlama yolunda “beni” anlamak bu evreni, temsili hikayelerin esas muhataplarını bulmakla yani “hiç” olan varlığı anlamakla eşdeğerdir.  Kavimlerin, insan olma dışındaki farklılıkları ne derece ziyâde olursa olsun salt duygu ve düşünüş âlemleri, Sokrat’ın varlık ve yokluk  muhâsebesi, İslâmi literatüre bağlı tasavvuf kültüründe “men ‘arefe nefsehû” yanikendini bilen Rabbini bilirdiyen kat’i efkârları bir öykü muhtevâsında  toplamak gerçeği, kendi varlık sorgularının akabinde sebepler-sonuçlar çıkarmaya olanak tanır. Zihinde ortaya çıkan ve bu önemli teşekküle varan  varlık döngüsü, pek de yabancı değildir.   “Bişnev in ney çün hikâyet mî koned /Ez cüdâyîhâ şikâyet mî koned “Dinle, bu ney neler hikâyet eder,  ayrılıklardan nasıl şikâyet”temessülü ile  varlığın temeline oturtulan bir hayatın aksidir öyküler evvel zamandan beri süregelmektedir.

     Bir hüküm ve nesillere ruh katacak efkârlar bütünü ; yorgun zihinleri aydınlatacak ve  bireysel yaşanmışlıkların sonuçlarını, toplum nezâretine eriştirerek genel bir zihinsel platform oluşturacaktır. Bu platformda evvelin ve âhirin müşterekleri değerlendirilir ki ortaya çıkan öykü bana muhassas, benim öyküm olacaktır. Pek tabî hiçbir vakit “en”lere değil “enginler”e tâlib oldum;  “en” lerin yalnızlığından korktuğumdan olsa bu efkârım. Bu vaziyyet zora tâlib olmakta çekimser bırakmamıştır beni.  Zora tâlib olmak… Hasılı kolaya âşina olma hasebiyle gerçek ve de gereklidir.  Neredeyim daha dün çocuktum, oyuncaklarım vardı. Bir bilim adamından farksız değildi malzemem ve farklı değildi uğraşım bir mimar ve mühendisten.  Sadece zaman hızlı geçmiş olmalı malzemeler, insanlar ve mekânlar çok katlı binalar gibi hızla yükselmiş olmalı.. . Resimler yapar, yazılar yazardım, ama silgim yanlışlarımı silecek kadar beyazdı. Zaman iklimi durmayan rüzgarlar saçmakta el-an  ve  bıraktı bu rengârenk cümbüş beni,  “büyüdüm” isimli bir fermânın en altında benim imzam vardı. Ve ansızın bu revnak karanlık elime tutuşturdu bir kalem, ne silgim var ne de anlamaya yetecek vâdem. Bir kaderden kaçış teşebbüsü ve bir adım sonra kadere varış teşekkülü. Kapalı kapılar ardında bir karanlığa kaçış ne mümkün. Ol mevki ki mülaki olmak karanlığın şafağı ile ve anlamak kapalı karanlıkların kader imzasını. Hani bir başka değişle “Geç farkettim taşın sert olduğunu”  ve“Hiç Mukaddimesi”.  Anlayana bir seyirlik değil bin ömürlük tecârib-i evvel hikayesi.

     Mukaddimesi  yazılmamış bu öykünün. Bir mukaddime pek tabî bir sona tâbi olmalı. Hem yazan, hem yaşayan,  bir aynada  aynısını gören  yabancı bir misafiri. Hem vareden, hem varedilen naçizane bir garip hikayesi… Benim  öyküm; öykümün öyküsü… Turgut Özakman klasiği, Tutunamayanlar hikayesi. Şuncacık ömürde  öyküyü ben, beni öykü eden…  Lutf-ı kereminden  “Bir ben var bende benden içerû”  diyen Yunus’a bir telmih eden garip bir tebessüm ve uzaklardan bir ezgi çınlamakta  ansızın: Yokluk muhîtine dalsam; dalsam da bir âşub olsam, kısmetime düşeni alıp da şu sîneme sarsam sâdâsıyla.

      Ve kalabalıklar ortasında,  bir kağıt, bir kalem,  bir de benden ayrı gezmeyen sâdık bir hemdem. Bu kalabalıklar da neyin nesi anlamak için kendi kalabalığımın yalnızlığında kalmalıyım. Yok bu karanlık içinde ben bir usta rehber olmalıyım, öykünün ustası. Kalemşör,  belki de en başında kocaman bir hiç. Baştan bir hiç… Ama en muteber makâmın da âkıbeti olan bir hiç ve her mevsiminde hayatın binbir derin manayı vücûd ikliminde taşıyan öykülere hayât veren bir hiç.

     Filhakika, öyküler: Kelimesi yok onların, bildiğimiz lügatten de konuşmuyorlar. Satırlara  dökülen bir hayâl ve gerçek menba’ı. Lakin menba’ olmak meselesine gelince  bir ürperti ve tereddüt; belki bir rûhun, bir bakışın söylediğini dile getirecek kadar ne kudrete ne de kuvvete sahip bu kalem ve yok da onu yazacak muharrirler. Çünkü menba’ları ancak ölüler görürler.

 

                                                                                                                

 

 

 

 

       

Önceki ve Sonraki Yazılar