MİT Fırtınası Geçti mi?

Türkiye’de bir konunun gündemde kalma süresinin ortalama 22 gün olduğu söylenir. 22 gün sabrettiğinizde o konu sıcaklığını kaybeder, başka gündem konuları başköşede yerini alır.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve diğer MİT görevlileri hakkında özel yetkili savcının “şüpheli” sıfatıyla İstanbul’a çağırması ve sonrasında alınan tutuklama kararıyla birlikte Başbakan Erdoğan yeni bir yasal düzenleme için düğmeye bastı. TBMM kısa sürede yasal düzenlemeyi tamamladı.

Başbakan Erdoğan’ın ikinci sağlık operasyonu sonrasında Kısıklı’daki evinden yaptığı konuşmanın yankıları devam ederken MİT krizi sırasında yapılan ve hemen unutulmaması ve altı çizilmesi gereken bazı değerlendirmelerin dikkatlere sunmak istiyorum.

 Ali Bulaç yaşanan gerilimli süreçte cemaatin içinde ya da çok yakınında görünen çoğu yazardan daha sert mesajlar verdi. Mehtap TV’de konunun ele alındığı bir tartışmada A. Turan Alkan, “Başbakan Erdoğan’ın yerinde ben olsaydım aynı tavrı takınırdım” derken, Hüseyin Gülerce savcının üslubunun problemli oluşuna dikkat çekmiş, Bulaç ise hükümet kanadını, MİT’i suçlamayı sürdürmüştü.

Bulaç konuyla ilgili yazısında hükümeti "Rabbenâ hep bana" diyen tüccara benzetiyordu:

“İktidarın sadece siyasî değil, birbiriyle bağlantılı ekonomik, bürokratik, kültürel boyutları vardır. Yönetim sanatını bilen yöneticiler, adaletle, estetikle ve erdemle iktidarı paylaştırırlar. Siyasette en büyük zorluk iktidar olmak değil, adaletle, sanatla ve erdemle yönetmektir.

Akıllı tüccar, kazanan ve kazandıran tüccardır. "Rabbenâ hep bana" diyen tüccar bir-iki defa kazanır, ama eninde sonunda kaybeder. Siyasette de sürekli kazanmanın yolu, katılımı sağlamak, kaynaklar üzerinde tekel kurmaktan, temellükten kaçınmaktır. Eskiden katılım temsilin zıddı bilinirdi. Otokrat rejimlerde katılım yüzde 95'lerden aşağı olmazdı, ama temsil yüzde 5 bile değildi. Demokrasi bu handikabı bir yandan temsil oranını yükselterek, öte yandan karar mekanizmaları ve karar süreçleri üzerinde sivil toplumu ve sosyal grupları etkin kılmak suretiyle aşmaya çalışmaktadır. Bu, henüz Batılı demokrasilerin başardığı bir şey değil.” (Zaman, 13 Şubat 2012)

Bulaç, yazısını paylaşma ve fedakarlık çağrısı ile bitiriyordu:

Geldiğimiz nokta bu işbirliği ve dayanışmayı zorunlu kılıyor; her türlü temellük, inhisar ve fitneden uzak durmayı gerektiriyor. Bugünkü olaylara yakın, dar açılardan değil, 300 yıllık bir perspektiften bakmalıyız. Üçüncü şahısların, iç ve dış güçlerin körüklediği fitne ülkenin tamamına ve Ortadoğu'nun geleceğine dönüktür. Hepimize büyük sorumluluklar düşüyor. "Fitne katilden beterdir". Kardeşçe, adaletle, paylaşarak ve fedakârlık yaparak yolumuza devam etmekten başka seçeneğimiz yok..” (Ali Bulaç, Zaman, 13 Şubat 2012)

Ali Bulaç, “Kurumlar ne kadar temiz?” başlıklı başka bir yazısında ise yapılacak yasal düzenlemeyi eleştiriyordu:

“Hükümet, MİT görevlilerini kurtarayım derken, devletin etkin görevlilerini özel koruma altına alıyor. Bugüne kadar "görev dışına", "rutin dışına" çıkan, darbe hazırlığında aktif rol oynayanlar özel korumaları yokken -Susurluk'tan Ergenekon'a, Balyoz'dan Kafes planına varıncaya kadar- etkin faaliyetler yapıyordu. Ergenekon davasının hedefi, siyaseti vesayetten, ülkeyi darbe teşebbüslerinden kurtarmak değil miydi? Şimdi "MİT görevlilerini, askerleri, emniyetçileri" özel koruma altına alırsanız kanun marifetiyle eskiye dönmüş, makarayı geri sarmış olursunuz. Bu düzenleme ile ne darbe tehditleri sona erer, ne Kürt sorunu çözülür.

Günü kurtarmak üzere kanuni düzenleme yapılamaz. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Sorun kapsayıcıdır, Türkiye'nin tam bir hukuk devleti olmasıyla çözülebilir ancak. Bunun için yeni bir anayasaya ihtiyacımız var.” (Zaman, 16 Şubat 2012)

“İslami kesim ve demokratlık…” başlıklı yazısında Hüseyin Gülerce, “Tarih altın bir fırsat sunuyor” diyor ve hükümete bir dizi tavsiyelerde bulunuyordu:

“Türkiye bizden ibaret değil ve Kemalist cemaatin düştüğü hataya bizim de düşme ihtimalimiz var. Bunu tek bir şey engelleyebilir: Kendimizi sorgulamak, özeleştiriyi öne çıkarmak... Her gün aynaya bakmalı ve hiç çekinmeden kendimize şunu söylemeliyiz: Kendine Müslüman, kendine demokrat olma... Böyle olduğumuz için değil, böyle olmamamız için kendimizi ikaz etmeliyiz.

Bir kaderdenk noktasındayız. Otoriter laikliğe dayanan vesayet sisteminin payandaları sarsılıyor. Demokratikleşme yolunda, referandumdaki yüzde 58 evet ile aldığımız yol çok değerli. Bir yandan da dünya ile köprüler kuruluyor. Dünyadan kopmak yerine, kendimiz kalarak dünya ile entegre olmanın baharları yaşanıyor. Üç asırdır sömürülen İslam coğrafyası, yeni dünyanın esaslı bir aktörü olarak sahne alıyor. Türk dünyası, yeni uluslararası bir güç olma yolunda.

Tarih altın bir fırsat sunuyor. Başkalarını da düşünmek zorundayız. Başkalarıyla birlikte, fikir ve ifade hürriyetinin, din ve vicdan özgürlüğünün, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir dünyada birlikte yaşama dışında bir yol yok. Paylaşma temelli bir zihniyete ihtiyacımız var. Herkesin var...”(Zaman, 08 Şubat 2012)

Yine Hüseyin Gülerce, “Son tuzak: İktidar-cemaat…” başlıklı yazısında ise bu hükümetin Cumhuriyet tarihinin en başarılı hükümeti olduğunun altını çizdikten sonra cemaatin siyasi bir beklenti içinde olmadığını ifade ediyordu:

“Öfke ile kalkan zararla oturur. Hele bu öfke, yeni kanun düzenlemelerine alelacele yansırsa, Ergenekon davası üzerinden demokratikleşme sürecinin dinamitlenmesi bile söz konusu. Asırlık vesayetin gücü tükenmedi. Ciddi bir zaafa da uğramadı. Bunlarda oyun, tuzak bitmez. En büyük tuzak da, iktidar-cemaat çatışması üzerinden, devletle milletin karşı karşıya getirilmesidir.

Bu hükümet, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en icracı, en uyumlu, en gayretli, en başarılı hükümettir. Demokratikleşme konusundaki siyasi iradesi, başta Sayın Başbakan olmak üzere şimdiden tarihe geçmiştir. Ülkesini seven, insaf ve vicdan sahibi hiç kimse, bu hükümetin tökezlemesini istemez. Bunun Türkiye'nin geleceğine, istikrarına, demokratikleşmesine mal olacağını bilir.

Fakat hükümetin de, halktan aldığı yetkiyi, yetki ne yönde ise yerine getirme yükümlülüğü ve sorumluluğu var. Vesayet rejimi,12 Eylül kanunları devam ederken sona ermez. AB üyeliğini önemsemeden, sivil bir anayasaya dört elle sarılmadan, darbecilere dayanak olan kanun maddeleri, anti-demokratik seçim kanunları değiştirilmeden, askere ayrıcalık tanıyan Sayıştay Yasası korunurken, demokratikleşme sağlanamaz.

Adı cemaate çıkmış insanları yakından tanıyan biriyim. Siyasi beklentiyi 30 yıldır görmedim, hissetmedim. Hizmet hareketinde beklenti olmaz. "Bu hareket, insanlığa Allah rızası için hizmet davasıdır. Asıl fetih, gönüllerin fethidir. Beklentisizlik kahramanı olmak lazım" ikazını çok duydum. Beklenti siyasette, bürokraside olur.

"Tamam da, o zaman referandumda, seçimlerde neden siyasi bir pozisyonda görünüyorlar? Bu cemaat ne istiyor?" deniyorsa, anladığımı söyleyeyim. İstenilen tek bir şey var: Temel hak ve hürriyetler, din ve vicdan özgürlüğü teminat altında olsun yeter... Halk seçtikten sonra, Türkiye'yi kim yönetirse yönetsin...”(Zaman, 15 Şubat 2012)

Yasin Doğan adıyla yazan Yalçın Akdoğan ise, “Her türlü oyunun farkındayız...” başlıklı değerlendirmesiyle tartışmalara noktayı koydu. Gazetenin manşetten verdiği ve meselenin bütün yönlerini veciz bir dille ele alan yazının Başbakan Erdoğan’a çok yakın bir kalemden çıkmış olması önemini daha da artırıyordu.

Akdoğan’ın yazısının en can alıcı bölümlerini birlikte okuyalım:

“MİT'i temizleme ve yanlışların hesabını sorma arayışı ile bugünkü durum tamamen farklı eksene oturmuştur. Bugün daha büyük bir sorun önümüzde durmaktadır. Elbette hangi kurum olursa olsun yanlış yapan hesap vermelidir, tüm kurumların ve yapıların içindeki Ergenekoncular, çeteciler, kirli ilişkiler günyüzüne çıkmalı ve bir arınma yaşanmalıdır. Ama bunun bir yolu ve yordamı vardır. Eğer üç günde gelinen noktada Ergenekoncuların, PKK'nın, İsrail'in, MİT içindeki karanlık yapıların, hükümet muarızlarının ve Türkiye düşmanlarının bayram ettiği bir noktaysa, kimse çıkıp bunu işi abartmakla ve alınganlıkla izah edemez. Hele üstüne bir de hükümete 'tuzağa düşmeyin', 'MİT'in karanlık ilişkilerine arka çıkmayın' tavsiyesinde bulunmak ayrı bir istihzadır. Eğer bir tuzak varsa tuzağın başlangıç noktası neresidir? Şer güçlerin işine yarayacak bu iklimi kim üretmiştir? Ergenekon sadece MİT'in içine mi sızmıştır, yoksa her kurum ve yapı bu yönlendirmeden nasibini almakta mıdır? Tuzak sadece hükümete mi kurulmuştur?

'MİT konusunda kişileri ve niyetleri sorgulamayın, vahim sonuca bakın' deniyorsa, bugün yaşadığımız vahim sonuç kimin eseridir?

Yargı ve güvenlik bürokrasisi içinde kimseye güvenmeden gizli kapaklı iş çeviren bir grup, ülkeyi yönlendirmeye ve siyaset mühendisliğine kalkışıyorsa, bunun daha önceki durumdan ne farkı olur?

AK Parti bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşılaştığı badireleri 'ortak akıl'la atlatmasını bilecektir. Ama bu işleri üreten akıl da nasıl bir tutulmaya uğradığını veya nasıl bir kriz ürettiğini görmelidir.

Şunu herkesin bilmesi gerekir: Türkiye'nin zararına olan bir durum, ne AK Partinin ne herhangi bir grubun faydasına olabilir. Bugün için AK Parti iktidarına zarar vermek ise Türkiye'ye ve Türkiye içindeki herkese zarar vermek anlamına gelir.

9 yıllık iktidar döneminde maruz kalınan türlü türlü oyunlar, provokasyonlar, tezgâhlar büyük bir tecrübe oluşturmuştur. Samimiyet, her türlü oyunu bozar. Milletin hayır duasıyla ve desteğiyle bütün badireleri atlatan AK Parti iktidarı bu oyunu da bozacaktır. Menfaat değil ideal birlikteliğiyle oluşan kardeşliğe kimse halel getiremez.

Biz kardeşlikle, samimiyet ve ortak akılla hareket etmeyi sürdüreceğiz. Yanlış yapanlar veya istismar edilecek durumlara sebep olanlar hesabını millete ve adl-i ilahiye verirler.” (Yeni Şafak, 15 Şubat 2012)

Yasal düzenlemenin tapılmasıyla fırtına şimdilik geçmiş görünüyor.

Konunun sıcaklığı devam ettiği günlerde meşhur bir hikâye aklıma geldi nedense?

Dükkân sahibi bir adam ile yılan arkadaş olmuşlar. Birbirlerinin dilinden anlamaktadırlar. Sık sık bir araya gelip sohbet ederler, dertleşirler. Bir gün adamın işi çıktığı için dükkâna oğlunu bırakır. Biraz sonra yılan arkadaşını ziyarete geldiğinde genç adamla karşılaşır. Delikanlı babasıyla yılanın arasındaki dostluktan haberdar olmadığı için korkar ve yanı başında duran bir balta ile yılanın kuyruğunu keser. Yılan kuyruk acısıyla delikanlıyı sokar. Genç adam ölür. Biraz sonra gelen adam evlat acısıyla kıvranır, bir yanlışlık olduğunu anlar ama olan olmuştur. Adam yılana şu tembihi yapmaktan kendini alamaz:”Arkadaş sende bu kuyruk acısı, bende bu evlat acısı varken artık eskisi gibi dost kalamayız!”

 

gumuslale@gmail.com

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum