Ortasından bölünmüş bir toplumun küresel iddiası gerçekçi mi?

Siyasi tarihimizin hiçbir döneminde ve hiçbir iktidar sırasında toplumda bugünkü gibi bir bölünme yaşanmadığını savunan değerlendirmeler haksız olmayabilir. Çünkü siyasi görüş itibariyle iktidara yakın olmadığı bilinen araştırma kuruluşları bir yana, iktidarın uzantısı durumundaki kuruluşların araştırma sonuçları bile toplumsal ayrışma, kutuplaşma ve dağılmanın net tablosunu itiraf etmek zorunda kalıyor.

Bu araştırmalardan birinde mesela askeri darbe gibi en bariz bir meselede dahi toplumun görüş ve söz birliği edemediği; askeri darbeye karşı demokratik tutum ve tavır içinde tek beden olamadığı görülüyor. Bu araştırmaya göre seçmenlerin yüzde 48.1'i askeri darbeye karşı çıkacağını ve demokratik tavrını ortaya koyacağını belirtiyorken, bunun dışında kalan kısım (51.9) ise darbeyi destekleyenler, desteklemeyen ama karşı da çıkmayanlar ve karşı olduğu halde bir şey yapmayacağını söyleyenlerden oluşuyor. Böylesine belirgin bir meselede, yani askeri darbe konusunda bile insanların karşıt kutuplar olarak ikiye bölünmesi esas itibariyle toplumun ortak değerler birikiminde ciddi bir çözülme yaşandığının göstergesidir. Oysa çok değil, daha 90'lı yıllarda 12 Eylül askeri darbesi, yahut muhtemel yeni bir askeri darbe konusunda olumsuz düşünce beyan edenlerin oranı, soru sorulanların tamamını ortak şemsiye altında toparlayabiliyordu.

İktidar partisi ve onun sivil toplumu, nasıl olup da böylesine yüksek askeri darbe duyarlılığını cömertçe tüketebildiklerini, nasıl olup da daha da yukarılara çıkarabilecekken ve Ergenekon gibi yeni durumlarda o duyarlılık sayesinde demokratikleşmeyi bir daha geri dönmemecesine sonuçlandırabilecekken, tam aksine toplumun yarısını askeri darbeye ya taraftar, ya da ses çıkarmayacak hale getirdiklerini kendilerine soruyor olmalıdırlar. Bu konuda başkalarını ve ötekini suçlamanın rahatlatıcı etkisine sığınmayı bırakmalı ve en can yakıcı eleştiri iğnelerini kendilerine batırmalıdırlar.

Aslında marjinal darbecilik ile, çoğunluğu oluşturan demokratlar arasında ayrışma olması gerekirken mevcut kutuplaşmanın, iktidar ve onun sivil toplumu ile, iktidara muhalif çeşitli kesimler arasında yaşandığını, bütün araştırmalarda görüş farklılıkları arasındaki gruplaşmadan takip edebiliyoruz. Sözkonusu araştırmadaki birkaç sonuç bu değerlendirmenin doğruluğunu teyit edecektir.

Gayet doğallıkla asker kişilerin disiplin durumları hariç bütün davalarda sivil mahkemelerde yargılanmasını savunmayacak hiçkimse çıkmaması gerekirken toplumun yüzde 51.8'i askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına karşı çıkıyor. Balyoz ve Ergenekon gibi soruşturma halindeki iddiaların darbe planı olduğuna inananların oranı 49.1'ken, 50.9 buna inanmıyor. Anayasa değişikliğinin çözüm yerinin TBMM olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 49.4, referandumu çözüm görenlerin oranı ise 50.6'dır. Kurumlara güven sıralamasında 5. sırada yeralan iktidara seçmenin 58.1'i güveniyor, fakat 41.9'u da güvenmiyor. Ama belki bundan da ilginci, mevcut tartışmalarda iktidarın karşısında algılanan ya da iktidara yakın çevrelerin yoğun eleştirilerine maruz kalan ordu ve yargı, seçmenin güven sıralamasında hükümetten ve çoğunluğunu AK Parti'nin oluşturduğu TBMM'den önce geliyor (1. ve 3. sırada).

Şu halde akılları meşgul etmesi gereken temel soruya cevap aramalıyız: İktidarın sivil toplumu ve medyasının o kadar kaynak ayırıp para harcayarak, büyük çaba ve enerji sarfederek ulaşacağı hedef, askeri darbeye karşı çıkmak gibi bir konuda bile toplumun ancak yüzde 48'ini ikna edebilmek mi olmalıydı? Devletin bütün imkanları seferber edilerek sağlanan siyasi destek, mali kaynak ve psikolojik atmosferde iktidarın cepheye sürdüğü insan kaynağının, toplumun tamamına yakınında görüş birliği oluşturulabilecek askeri darbeye karşıtlık meselesinde dahi başarabildiği ancak halkı ortasından ikiye bölmekse, herhalde AK Parti'nin hiçbir kademesinde bu tabloyu iftihar vesilesi sayacak bir tek kişi çıkmayacaktır.

AK Parti iktidarının Türkiye'nin küresel dolaşımdaki itibarına önemli katkılar sunduğu bir sırada toplumun tam ortasından bölünmüş halde kendi içinde mücadeleye girişmesi ve  birbirini tüketmesinin küresel iddiaların gerçekçiliğini sorgulamaya yolaçacağı kimseye gizli değildir. Ülkenin demokratikleşmesi ve barış ortamının sağlanmasına husumet besleyenler tabii ki olabilir ama bunların oranının her araştırmada yüzde 50 ve yukarısında çıkması da kabul edilebilir bir limit olmasa gerektir. Yoksa darbe yoluyla hükümeti devirmeye çalışan marjinal kesimlerden ya da muhtemel bir iç karışıklık sayesinde TSK'nın gidişata müdahale etmesine bel bağlamış cunta ve örgütlerden sözetmenin ne anlamı kalacaktır? Bu marjinal kesimler ve cuntalar, toplumun yüzde 50'si midir?

AK Parti hükümeti 2011 genel seçimlerinin arifesinde belki de toplumun yakın geçmişte nispeten tek beden olabildiği konularda bile derin bir kutuplaşma neden yolaçıldığını sorgulayarak güven tazelemeyi denemelidir.

İktidar partisinin oy oranının yüzde 32 veya 35 olması ve bu oy oranıyla iktidar ya da iktidar ortağı olarak siyasi yaşamına devam etmesi sosyal kırılmaların tedirgin edici fotoğrafı karşısında hayli ehemmiyetsizdir.

Önceki ve Sonraki Yazılar