Serap'ın Hikâyesi: Azrailin Güzelliği

Hikâye deyip geçmeyin…

Bazı hikâyeler vardır sineleri deler…

Delip de geçer..

İzi seneler geçse de unutulmaz. Tekrar tekrar okunur. Aynı tazelikte ve aynı heyecanla merhem olur gönül yaralarına…

İrfan dünyamızın büyüklerinin bir yaklaşımı vardır. Sözün kısa tutulmasını isterler. Bunun ise bir tek istisnası vardır. Söz eğer Efendimizden bahsediyorsa utabildiğiniz kadar uzatın anlayışındadırlar.

Geçtiğimiz hafta yazar ve televizyoncu Sadık Yalsızuçanlar’ın Ülke TV’de hazırlayıp sunduğu ‘Açık Deniz’ Programının konuğu idik. Haluk Nurbaki hocamızın oğlu Veysi Nurbaki, Yayıncısı Damla Yayınları Sahibi Hüseyin Doğru, başyazarı olduğu Zafer Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Selim Gündüzalp ve ben fakir programın konuğu idik. Dr. Haluk Nurbaki hocamızın ruhaniyetine selam olsun diyerek başladık. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştık. Tüm notlarımızı elbette aktaramadık ama mümkün olduğunca da hissettirmeye çalıştık. İzleyenlerden gelen geri dönüşlerden ilgiyle izlendiği anlaşılıyor. Hem programın tüm emektarlarına hem de programın VTR’lerini hazırlayan www.haluknurbaki.tv yöneticisi Hüseyin Şensu Beye teşekkür ederiz.

Çok şey konuştuk elbette zamanın verdiği müsaade nispetinde ama Sadık Bey bir kaç kez ‘Serap’ın Hikâyesi’ni sordu. Biz ise tam anlatamadık… İşte bu sebeple kısa ama anlamı uzun bu hikâyeyi sizlerle paylaşacağım.

Dr. Haluk Nurbaki hazretlerinin bir hastasıyla ilgili yaşanmış bir hikâye bu…

Dikkatle okumanızı ve gönlünüzün en özel yerinde kaydetmenizi dilerim.

Nurbaki hocamızı dinleyelim:

“Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı.

Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da ALLAH (c.c)'in izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış.

 

Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben .. size... dargınım.''

''Niçin?" diye sordum.

-"Siz... dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH (c.c)'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

-"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla mecz ediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala:

-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O ani fark edince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."

 

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor."dedi. Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

-"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

 

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine olacak ki, Salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na:

 

-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

 

-"Doktor bey... Azrail bana nasıl görünecek?"

-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:

-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve Kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

-"Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!!!"

Haluk Nurbaki hocanın hastasıyla yaşadığı bu hikâyesi çok okundu…

Nice gönülleri titretti, sarstı.

Nice gözlerden yaşlar süzüldü…

Aşk denilen şey bundan başka ne olabilir ki? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum