Davut CİVELEK
Somali Günlükleri 7 – Zil Çalar, Dünya Değişir
Susuzluğun Ortasında Bir Hayat
Sevgili dostlar, bir önceki yazımda “Türkiye gerçekten Türkiye’den büyük mü?” sorusu üzerine düşünmüş, ilk öğrenci karşılaşmalarımın bıraktığı derin izleri paylaşmıştım.
O yazıdan sonra lojmanıma geçtiğimde, beni yeni bir sınav bekliyordu: su.
Demir kapının asma kilidini çözüp içeri girdim. Kapı önünde üç karton koli duruyordu; her birinde 12’şer tane 750 mililitrelik pet şişe vardı. Bu kadar küçük şişelerle su tedarik edilmesi bile buradaki hayatın ipuçlarını veriyordu. Çeşmeden akan suyun içilemeyeceğini tahmin etmiştim, ama ilerleyen günlerde bunun ne kadar ciddi bir mesele olduğunu yaşayarak öğrenecektim.

Odamın camsız penceresinden Okul Camisi ve Türk Bayrağı
Su: Yaşamın En Ağır Yükü
Buhoodle çevresi, susuzluğun en sert yüzüyle karşı karşıya. Kuraklık nedeniyle birçok köy boşalmış, insanlar çevrede geçici kamplar kurmuş. İçme suyu şebekesi yok. Bazı binalarda su, depolara doldurulup motorla musluklara ulaştırılıyor; ama bu “lüks” çoğu yerde yok.
Kimin parası varsa tankerle su getirtiyor. Tankerler, yağmur sularıyla dolan büyük depolardan veya çevredeki küçük göllerden su çekiyor. Ancak bu sular, zaman geçtikçe kirleniyor. Kimi aileler evinin bahçesine yüzeysel kuyular kazıyor. Yoksul olanlarsa eşek sırtında taşınan büyük bidonlarla su temin ediyor.
Bazı kuyular “ücretli.” Boyu aşan çukurlar kazılıp, üstü tahta veya bezle kapatılıyor. Shangala Kampı yakınlarındaki bir kuyuyu hiç unutamıyorum: Yağmurla dolan doğal bir göl kuruyunca, toprakta kalan nemli suyu birileri “kuyu” haline getiriyor ve insanlara satıyor.
“Bu kadar kolay mı kuyu açmak?” diye düşünebilirsiniz. Değil. Bu yöntem, aslında göl tabanında biriken suyu sömürmenin ilkel bir yolu. Derin kuyu açmak neredeyse imkânsız; sondaj pahalı, ekipman yok.

Okula Su Getiren Tanker
Yağmur mevsimi geldiğinde ise tam tersi: Seller, taşkınlar, haberlerde “Somali’yi vuran sel felaketi” diye duyduğumuz görüntüler... Böylesine zıt bir su rejimi içinde ne denetim var, ne de altyapı. Ve belki inanmayacaksınız ama, burada çatılarda yağmur oluğu bile yok.
Türkiye’den bir arkadaşım “Yağmur sularını biriktirirsiniz, tertemiz olur” dediğinde acı acı gülmüştüm. Çünkü Somali’de yağmur, “nimet” olduğu kadar “yıkım” da demekti.
Kampüsteki Su Düzeni
Okul kampüsünde dört direk üzerine oturtulmuş büyük bir su deposu var. Motorla şebekeye bağlı. Ama direklerden biri öylesine eğri ki, Türkiye’den gelen bir misafir “Bunu nasıl böyle eğri yapabildiler?” diye şaşkınlıkla bakakalmıştı.

Eğri Direkler Üstünde Su Deposu
Kampüste iki ortak çeşme bulunuyor. Çamaşır yıkamak, fidan sulamak gibi işler için kullanılıyor. Ancak öğrenciler okuldayken musluk aparatları sökülüyor; çünkü su bitti mi, tanker hemen gelmiyor. Sıra beklemek, saatlerce susuz kalmak olağan.
Yemekhane ile lojman arasında kapağı olmayan bir metal su tankı var. Yanında kilitli bir musluk ve ortak bir bardak… Öğrenciler sırayla bardakla su içiyor. Hijyen? Elbette lüks sayılır. Ama burada suyun kendisi bile bir mucize.

Tören Alanı
Suya Dair Hatıralar
Çocukluğumda köyde çeşmeden su taşırdım. Tuvalete ibrikle gider, güğümde ısıttığımız sularla leğende yıkanırdım.
Öğretmenlik yaptığım köyde de su sık sık kesilirdi. Kışın donan borular yüzünden çeşmenin insafına kalırdım.
Belki de o günlerden kalan bir alışkanlıkla, burada musluktan “iplik gibi” akan su bana rahatsızlık değil, konfor gibi geldi.
Çünkü Somali’de suyun sesi, hayatın sesi.
Bir Öğretmenin Yeni Evi
Sularımı içeri taşıdıktan sonra üzerimi değiştirdim. Hava, Türkiye’deki yaz sıcaklarını aratmıyordu.
“Patron koltuğum” dediğim sandalyeme oturup camsız penceremden dışarıyı seyrettim. Çocukların sesleri, bana her zaman umut verir. Ama burada, o sesleri dinlerken içimde bir mahkûm duygusu vardı; çünkü penceremin parmaklıkları bile “yoksulluğun dili” gibiydi.
Birden dışarıdan tanıdık bir ses geldi: “Muallim Davut!”
Yemek gelmişti. Spagetti, soğanlı kavurma ve yöresel bir yufka ekmek: Anjero.
Az sonra Sharmarke geldi. Elinde bir sandalye vardı. “Afiyet olsun hocam” dedi, oturdu. Ev için gerekli eşyaları konuştuk. Raf, kitaplık, yatak, hatta çamaşır makinesi… Her şeyin bir “imkân meselesi” olduğunu öğreniyordum.

Lojmanın önünden geçen öğrenciler
Burada hayat, eşya kadar sabırla kuruluyor.
Bir Okul, Bir Umut
Sharmarke, okul hakkında bilgi verdi. Yaklaşık otuz yatılı öğrenci var, çoğu yetim.
Okul, hayırsever bir Türk ailesi —Tahiroğlu Ailesi— tarafından destekleniyor. 12 öğretmen, 3 idareci ve bir koordinatör görev yapıyor.
Buhoodle’de bu standartlarda başka okul yok. Sıra, masa, tahta, yemekhane, yatakhane… Hepsi birer lüks.
Ama en önemlisi: dersler branş öğretmenleri tarafından veriliyor.
Ve bu okulda kız öğrenciler de var.
Kızların okula gitmesi burada bir mucize. Çoğu küçük yaşta evlendiriliyor, kimi ikinci, kimi üçüncü eş oluyor.
Bir kız çocuğunun lise eğitimi alması, Somali’de devrim demek.
Benim içinse tek bir gerçek netleşiyordu:
“Afrika ayağa kalkacaksa, bu eğitimle olacak.
Bir ülke büyük ve güçlü olacaksa, o adımı kadınlarla ve çocuklarla atacak.”
Bir Bayram Gibi Tören
Okulda hafta sonu tatili Perşembe öğleden sonra başlıyor, Cuma resmi tatil. Cumartesi ise haftanın ilk günü.
O gün, haftalık kapanış töreni vardı. Öğrenciler kırmızı toprak zemine oturmuş, hocalarını dinliyordu. Ben de oradaydım.
Sharmarke, “Türkçe dersiyle ilgili bilgilendirme yapacağız” dedi. Mikrofonu bana uzattılar. Uzun zamandır öğrencilerin karşısına çıkmamıştım.
Karşımda pırıl pırıl gözlerle bakan yüzler vardı.
“Selamün aleyküm!” dedim.
Bir alkış koptu. “Merhaba!” dedim, “Merhaba!” diye karşılık verdiler.
O an sanki tüm diller ortadan kalktı, sadece kalpler konuştu.
Sharmarke’ye dönüp “Nasılsınız çocuklar?” Somalice nasıl söylenir?” diye sordum.
“Sidee tihin ardayey” dedi.
Ben de mikrofona dönüp tekrarladım:
“SİDEE TİHİN ARDAYEY!”
Bir anda ortalık alkışlarla doldu.
“Ficanay Muallim!” diye bağırıyorlardı — “İyiyiz öğretmenim!”
O kırmızı toprak üzerinde çocuklar ayağa fırladı.
Sevincin sesi, toprağın sessizliğini bastırdı.

Zil Çalar, Dünya Değişir
Sharmarke sözlerimi Somaliceye çevirdikçe, çocukların gözlerinde bir ışık yanıyordu.
Okumanın, öğrenmenin, Türkçenin ve Türkiye’nin umut olduğunu anlatıyordum.
Bir kız öğrenci mikrofonu aldı; Peygamberimizin Medine’ye hicretinde söylenen o ilahiyi söyledi:
“Ay doğdu üzerimize, veda tepelerinden…”
O an zaman durdu.
Ben de eşlik ettim. Ardından öğrenciler hep bir ağızdan bağırmaya başladı:
“Türkiye! Türkiye!”

Binlerce kilometre ötede kuş uçmaz kervan geçmez bir belde de bir okulun kampüsünde , minik yürekler umudun çoşkusuyla çarparken , Türkiye nidaları Buuhoodle semalarını çınlatıyor , gönderdeki Al bayrağımız , çocukların Türkiye nidaları ile vatan topraklarındaki gibi özgürlüğe barışa kardeşliğe kanat çırparak gökyüzünde , mağrur bir kartal edası ile süzülüyor. Ve içimden geçen tek bir söz kalbimde bir çınar gibi kök salıyor.
Zil çalıyor… Dünya değişiyor.
Gelecek yazı: yetimlerle çak bi beşlik neşesi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.