SON ON YILLIK SÜREÇTE TÜRK EKONOMİSİ

Yaşı 30 ve üzeri olan vatandaşlarımızın zihinlerinde Şubat ayı iki unsuru çağrıştırır. Birisi 28 Şubat Post modern askeri darbesi, diğeri 2001 krizinde tıkanan ekonomi tüneli! Bu sebeplerle Şubat ayı ile ilgili basılı ve görüntülü medyada çokça haber, yorum ve makale yer almaktadır. 28 Şubat süreci ile ilgili bizzat yaşadığımız mağduriyetler olsa da bu darbe ile ilgili yorumları siyasi analiz yapan yazar ve fikir adamlarımıza bırakarak, kendi alanımız olan ekonomi ile ilgili son 10 yıllık süreci değerlendirelim.

Hatırlanacağı üzere 2001 Şubat döneminde bir anda bankalara el konulmuş, sabit kur uygulaması kaldırılmış, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş ekonomiyi toparlamak üzere ABD’den ülkemize getirilmişti. Sabit kur yerini dalgalı kura bırakmış, üst üste ekonomik paketler hazırlanmış ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile koordineli olarak uygulamalar yapılmaya çalışılmıştı.

Şüphesiz o dönemde ülkeye hûkumet eden siyasi erk, iyi niyetle çalışmış, krizi önlemek için tedbirler almış ancak bunda başarılı olamamıştı. Bankalarda mevduat hesapları bulunanların isyanları, bankalarına el konulan iş adamlarının tutuklanmaları, yaşanan hûkumet krizleri, dönemin Cumhurbaşkanı ile hukumet arasında yaşanan ‘’kitap fırlatma’’ hadisesi, işsizliğin had safhaya ulaşması, gecelik faizlerin yüzde binlerle, enflasyonun yüzde yetmişlerle ifade edildiği bir kargaşa ortamında, tedbir amaçlı olarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) etkin hale getirildi ve bankacılık sistemini denetlemesi için 5411 sayılı kanun ve sair kanuni düzenlemelerle ortaya geniş yetkilerle donatılmış bir TMSF çıktı.

Kaos ortamının etkileri sürerken Kemal Derviş istifa etti ve yerine seçim sath-ı mailinde Yeminli Mali Müşavir Masum Türker ekonomiden sorumlu bakan olarak atandı. Derviş’in hazırladığı paketin sayesinde bugün ekonomide istikrar olduğunu söyleyenler olsa da bunun siyasi bir ağız olduğunu düşünüyoruz. Elbette Sayın Derviş’in ekonomik dehası yadsınamaz. Neticede kendisi dünya ölçeğinde ekonomi açısından bir otoritedir. Bu durum aynı zamanda ülkemiz için bir gurur vesilesidir. Ancak 2002 yılının son çeyreğinden itibaren temellendirilen bu çıkışın ülkeye hûkumet edenlerin değişmesi ile sürat kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Krizin göstergeleri önceden kendini belli etse de tetik noktası sabit kurdan dalgalı kura geçiş olarak kabul edilmektedir. Hatta ekonomi otoriteleri bir gecede ülke parasının %50’den fazla değer yitirdiğini ifade etmektedirler.

O dönemde ülkenin bankalar haricinde en büyük kamburlarından biri de sosyal güvenlik kurumları idi. Emekli Sandığı, Bağımsız Çalışanlar Kurumu (Bağ-Kur), SSK gibi birbirinden farklı kanunlarla düzenlenen fakat özünde aynı amacı taşıyan kurumların içinde bulunduğu borç batağı sistemi çökme aşamasına getirdi. Senelerin ihmali iflas ihtimaline kadar uzandı. Hatta emekli aylıklarının ödenemez hale geleceği bile yüksek perdeden seslendirilmekteydi.

2002 sonunda hûkumet değişti. Siyasi olarak mesafemiz ne olursa olsun gelen kadro özü itibari ile 1994 yılında Türkiye genelinde belediyecilik anlayışında devrim yapan insanlardan oluşuyordu.

Değişimin sonuçlarına bakalım.

Hatırlarsanız sosyal güvenlik kurumları ile anlaşması olmayan eczanelerden ilaç alınamazdı. Anlaşması olan eczane ise yok gibiydi. Hastanelerde tedavi için geceden hastaneye gelip binlerce kişinin arkasında sıraya girip, tedavi olamadan geri dönme ihtimaliniz yüksekti. Artık hastanelerde ilaç kuyruğunda beklenmiyor. Muayene ve tedavi için önceden gidip sıra beklemiyorsunuz. Arzu eden hastalar internet üzerinden randevu için doktorunu ve muayene saatini seçebiliyorlar. Her eczaneden istenilen ilaçlar alınabiliyor. Özel hastane kavramı sokaktaki vatandaşa çok uzaktı. Sırça saraylarda ve perili köşklerde yaşayan, kendini seçilmiş addeden bir takım zevat dışında özel hastanelere yaklaşabilen olmazdı. Oysa şimdi cüz’i bir katılım bedeli ile dileyen SGK’lı veya Genel Sigortalı vatandaş özel hastane imkanlarından yararlanabiliyor.

Eskiden ‘’uçak’’ tanımı mahalle bakkalında bulunan çiklet kağıtlarındaki resimlerden ibaretti. Vatandaş Ahmet Efendi maddi imkansızlıklar yüzünden seyahatlerini karayolu ile yapardı. Nitekim uçak ‘’halka’’ indi. Özellikle iç hat seferlerinde tarifeli fiyatlar özel havacılık şirketlerinin oluşturduğu rekabetinde etkisi ile bazen otobüs fiyatlarının bile altına düştü.

Enflasyon rakamları artık tek haneli ve kira endekslemeleri kiracıyı eskisi kadar ürkütmüyor. Merkez Bankası faiz oranlarını düşürdü. Bankacılık sisteminde ciddi revizyona gidildi ve fahiş faizlerin hesaplandığı gecelik repo sistemi kontrol altına alındı.

Bütçe açıkları artmasına rağmen devlet dik duruş sergiledi ve IMF ile anlaşma yapmadı. Geçmişte, ödenen dış borcun aslında ana borcun mislinden oluşan bir faiz olduğu gerçekti. Yeni bir borçlanma yapılmadığı için bir anlamda kendi kaynaklarımıza döndüğümüzü söyleyebiliriz.

Bankacılık sistemimiz sağlam zemine oturtuldu. Öyle ki 2008 ve 2010 yılları arasında dünyayı sarsan ekonomik krizin atlatılması ile bankacılık sistemimizin ayakta kalması arasında doğrudan ilişki olduğunu söylemek mümkündür.

Türkiye artık Avrupa’nın 6’ncı, Dünya’nın 16’ncı büyük ekonomisine sahiptir. Bu büyüme dış yatırımları ülkemize çekmektedir. Özellikle Gazze ve Filistin katliamlarına Türk Hûkumeti’nin aşırı duyarlı olması Ortadoğu ve Afrika coğrafyalarında ülkemize karşı bir teveccüh oluşturdu ve bu da önemli yatırımlara dönüştü. 

Ekonomik iyileşmenin yan etkileri de oldu. Örneğin yabancılara mülk satışı ve/veya önemli şirketlerin yabancı sermayeli şahıs ya da şirketlere satılması hazineye sıcak para girdisi sağlamakla birlikte, milli hassasiyeti yüksek insanlarda hûkumete karşı bir tepki oluşturdu. Bu bağlamda dönemin Maliye Bakanı’nın ‘’babalar gibi satarım’’ sözü hafızalarda yerini korumaktadır.

Türk Lirası’ndan altı sıfırın atılması psikolojik bir operasyondur ve başarılı olmuştur. Ancak paramızın aşırı değerlenmesi ithalata olan talebi arttırmış dolayısı ile ihraç ürünlerinin imalatında kullanılan girdiler ithalat yolu ile temin edilmeye başlanmıştır. Bu durum ihracatçıların rekabet gücünü azalttığı gibi kısaca ihracatın ithalatı karşılama oranı olarak tanımlayabileceğimiz ‘’cari açık’’ had safhaya ulaştı. Örneğin 2010 yılı verilerine göre ithalatta önceki yıla göre yaklaşık 3/10 oranında artış olurken ihracattaki artış yaklaşık 1/10 dolaylarında kaldı.

İhracattan çok ithalatın olması otomatik olarak işsizliği tetikledi. Üretim azalınca istihdam azaldı ve işsizlik %10’lu rakamların üzerine çıktı. Şu anda ülkedeki en büyük ekonomik sorunlardan biri işsizliktir. Ancak her hâlukârda önceki dönemlere nispeten kişi başı milli gelirin yaklaşık üç kat artması ve yaşam standartlarının yükselmesi -kimi ekonomi çevrelerince iddia edildiği gibi- işsizlikten ötürü bir sosyal patlama olacağı tezini zayıflatmaktadır.

Dolayısı ile mevcut koşullar içinde işsizlik, cari açık ve ithalat artışı sorunları öncelik arz etmektedir ve hûkumet eden siyasi otoritenin özellikle işsizlik konusunda aciliyet arz eden çözümler getirmesi gerekmektedir.

Bir sonraki yazımızda buluşuncaya kadar, yüreğinizden sevgi, yüzünüzden tebessüm eksik olmasın efendim…

Muhabbetle kalınız…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.