Tarih ve coğrafya ve biraz da edebiyat

Bazıları bu toprakların tarihsel deneyimini görmezden geliyor; görmezden gelemeyecek kadar bilgili olanlar ise galiba hafife alıyorlar tarihsel deneyimi. Anayasa değişikliği üzerine süregiden tartışmaların bir boyutunda, bize, bizim bilgi ve uygarlık birikimimize müthiş ters bu garip yaklaşımın da payı var.

Üzerinde şimdi 'Türkiye Cumhuriyeti' adlı devletimizin yaşadığı bu topraklar bir çok uygarlığa beşiklik etmiştir; ülkenin dört bir yanından fışkıran arkeolojik eserler bunun birer tanığı olduğu gibi, 600 yıla yakın hüküm sürmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez-i hükümeti de burasıydı. ABD'nin tarihinin 300 yılı bile bulmadığını düşünürsek kıskanılacak bir durumda olduğumuzu daha iyi anlarız.

Şimdilerin modası olan 'çok kültürlülüğü' ve bunun yönetime komplekssiz yansımasını asırlar önce denemiş topraklar üzerinde yaşıyoruz. Daha da önemlisi şu: Bu topraklarda her zaman paralel hayatlar yaşanabildi. Dindarlarla dini konulara lâkayt olanlar birbirinden fazla uzak olmayan, bazen de kesişen hayatlar sürdürdüler.

Tarihte ne kadar önceye giderseniz gidin, ya da İmparatorluğun çöküş sinyallerinin alındığı 100 yıl öncesinde tarihi dondurun, şu gerçeği göreceksiniz: İçkiyi günah bilip yanına yaklaşmayanlar olduğu gibi 'şârib-ül leyli ven-nehar' (gece gündüz içenler) tanımına uygun tipler de vardı. Dinin bütün ilkelerini hayatında uygulayanlar kadar, hayatını Batı'nın herhangi bir ülkesindeymişcesine tanzim edenler de az değildi.

Aynı dönemin insanları olan Mehmet Akif'le Tevfik Fikret farklı hayatlar yaşıyor, birbirine ters edebi zevkleri yansıtan ürünler verirken yekdiğerinin benzeri siyasi tavırlar alabiliyorlardı. Beşir Ayvazoğlu'nun '1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi' kitabına konu ettiği 1924 tarihli bir fotoğrafta şu şahsiyetlerin aynı masa etrafında toplanmış olması da bu gerçeğin bir başka kanıtıdır: Abdülhak Hamid, Mehmet Akif, Süleyman Nazif, Sami Paşazade Sezai, Cenab Şahabeddin, Mithat Cemal Kuntay...

Ortak coğrafyamızdaki aynı kültür çevriminden olsa da farklı tarihi deneyimlere sahip bazı ülkelerde görülen yanlış örneklere bakarak Türkiye'yi değerlendirenler var. Gündemimize sıkça girip çıkan ve hemen her değişim dönemecinde yerinde saymayı savunanların gerekçe olarak kullandıkları 'hayat tarzı hassasiyeti' tartışmasını daha çok onlara borçluyuz.

Sekiz yıldır işbaşında olan siyasi kadronun 'gizli gündem' taşıyıp taşımadığına, ülkeye eksen kayması yaşatıp yaşatmadığına, hayatlarımızı tek tip hale getirip getirmeyeceğine dair uzman görüş peşinde yabancı gazeteleri didik didik eden, başka ülke siyasilerinin demeçlerini mercek altına alanlar da onlar...

'Hayat tarzı hassasiyeti' bazı insanların vehimlerini hayat tarzı haline dönüştürdü.

Konulan yasakların, genişletilmeyen demokratik kanalların, çok görülen özgürlüklerin resmi gerekçesi ile onların kuşkusu örtüşüyor. "Hayat tarzımız tehlikede" cümlesinden sonra istediğiniz yasakçılığı savunabiliyorsunuz bu ülkede.

Şu sıralarda farklı 'ilkler' yaşanmaya başladı.

Yıllardır verdiği kararların neredeyse bütününde kuşkuların beslediği yasakçılık kendini belli ettiği halde, son aldığı anayasa değişikliği paketiyle ilgili kararda ilk kez farklı davrandı Anayasa Mahkemesi... İlk kez, anamuhalefet partisi CHP'nin genel başkanı, Ak Partili başbakan ile görüştükten sonra yaptığı açıklamada 'kuşkucu' bir tavır dışarıya vurmadı.

Önceki ve Sonraki Yazılar