Bilgin ERDOĞAN

Bilgin ERDOĞAN

Tedebbüre Dayalı Bir Okuma: Abese Sûresi ve Ayrımcılık

Tedebbüre Dayalı Bir Okuma: Abese Sûresi ve Ayrımcılık

Bilgin ERDOĞAN

ABD Islahevlerinde Dini Eğitmen

“O, suratını astı ve uzaklaştı, çünkü kör bir adam ona yaklaşmıştı, nereden bilebilirsin belki de o arınacaktı yahut hakikat hatırlatılacak ve bu hatırlatma kendisine faydalı olacaktı. Amma her şeyi kendine yeterli görene gelince, sen bütün ilgiyi ona gösterdin. Hâlbuki onun arınmaktan geri kalmasının sorumlusu sen değilsin. Ama sana büyük istekle geleni sen görmezden geldin.” (Abese Sûresi, 80/1–9).

Risaletin ilk dönemlerinde inmiş olan bu âyetler, gariplere ve engellilere öncelik verme gibi evrensel bir ahlâki değerin altını kalın çizgiyle çizerken, kadim bir suç olan sınıf ayrımcılığının ve maddiyata yönelik diskriminasyonun da üstünü çizmekte ve hak olanı gür bir sesle ifade etmektedir.

Sûrenin sebeb-i nüzulü şöyle: Allah Rasulü (s) Mekke’nin elit takımı ile konuşmakta ve onları Hakka davet etmektedir. Bu elitler arasında Velid bin Muğire, Umeyye bin Halef, Utbe bin Rebia ve Ebu Cehil gibi isimler vardı. İşte tam o sırada gariban ve engelli bir mü’min olan Abdullah bin Süreyh diğer adıyla İbn-i Ummi Mektum, Allah Rasulü’ne yaklaşır ve “Rabb’inin sana öğrettiklerinden bana da öğret ey Muhammed” der. Bunun üzerine, Allah Rasulü’nün meclisinde bulunan müşriklerden biri ‘biz onunla aynı mecliste oturmayız’ diyerek gariban ve engelli olan bu kişiyi aşağılayıcı bir üslupla tepkisini belli eder. Allah Rasulü (s) ise o esnada Mekke’nin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştığı için bu engelli ve gariban kişiyle değil Mekke’nin müşrik elitleriyle ilgilenmeye devam eder. Bunun üzerine Allah (c), nebisini uyarır ve tefsir tarihine “tazir” âyetleri olarak geçen Abese Sûresi’ndeki ilgili âyetler nazil olur.

Bu yaşanmış vakıa, aslında uzun insanlık tarihinde mühim bir evrensel sorunun altını çizmekteydi. Bu âyetler, zengin - fakir, güçlü - güçsüz ayrımcılığı yaparak, sınıf farkı yaratmaya çalışan zihniyetin önüne set çekiyordu. Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir insan, bu sürçmesinden dolayı yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allah tarafından uyarılıyordu. Uyarılıyordu ki ona bağlı bir ümmet böyle bir hataya asla düşmesin. Rabb’in diriltici soluğu, daha o günden diskriminasyonu yasaklıyor engelli olan önceliklidir idrakini iman edenlerin tasavvuruna kazıyordu. Zira günümüz dünyası henüz anlamıştır ki ayrımcılık meydana getirmek bir tür insanlık suçudur. Tabii ki hâşâ Allah Rasulu (s) böyle bir diskriminasyon yapmamıştı ve yapamazdı da… Zira o belki de şu Mekke’nin ileri gelen takımını ikna edersem önün arkası gelir diye düşünüyordu. Böylece Mekke’de diğer insanlar da imana gelir ve İslam ile insan arasındaki engeller kalkmış olurdu. Ama ilahî plan öyle değildi. Âlemlerin yaratıcısı Allah, âlemlere rahmet olarak gönderilen nebisinin şahsında insanlığı uyaracaktı. Bir güzelin yüzündeki ufacık sivilce nasıl göze batarsa, âlemlerin en güzel ahlâklı Nebi’sine bu sürçmeyi elbette yakıştırmayacaktı Rabbimiz… Zira tasavvurdaki milimetrik sapmalar, düşüncede metreye ve amelde kilometrelere tekabül edebilirdi. Dünyanın en merhametli insanı bir garibe ilgisiz kalırsa, yeryüzündeki sınıfsal diskriminasyonun, faşizmin, ayrımcılığın ve ırkçılığın önü alınamazdı. Zira insanlık tarihi böylesi ayrımcılıkların en kötü örnekleriyle doluydu. Hayır, hayır bu sorun, ne Saint Simon’un sosyalizmi, ne de Proudhon’un anarşizmi, ne de başka bir beşeri ideolojinin reçete olabileceği bir şey değildi. Bu sorun ancak vahiyle çözülecekti.

Eskiler “el-hata’u-l-meşhur ahsenu mine’s-savabi’l-mechul” yani “Meşhur olmuş bir hata, bilinmeyen doğrudan iyidir” derler. Bunun içindir ki peygamberlerin şahsında bu tür sürçmeler vahyin diliyle ölümsüzleştirilmiştir. Bu zelleler vahye konu olmuştur ki, insanlık böylesi hatalara düşmesin. Bunlar insanlık ailesini uyarmak içindir. Örneğin Hz.Âdem’in (a) yasak ağaçtan yediği meyve kıssası bize birçok konuda ışık tutar (Taha Sûresi, 20/121-122). Bu kıssa bize her insanın hata yapabileceğini ancak mühim olan şeyin tevbe etmek olduğunu ve şeytan ile Âdem’i ayıran temel farkın tevbe olduğunu önemle hatırlatır. Şayet Âdem (a) böyle bir şey yapmamış olsaydı, insanlık ailesinin kömür ruhlu Firavunları ile elmas yürekli Musaları nasıl ayırt edilecekti?

Nuh (a) örneği de bizim için ışıktır (Hud Sûresi, 11/46). Nuh (a), iman etmemiş aile üyelerinden Kenan’ın Sefine-i Nuh’ta olmasını murad eder. Oysaki o gemi ilahî bir emirle yapılmıştır ve sadece iman edenler ona binecektir. Bu anlamda insanlık ailesi yine aileye bağlı ayrımcılığa karşı Nuh (a) şahsında uyarılıyordu. Bugün dahi bu sorun her cemiyette görünen bir sorundur. İnsanlar hısım, akraba, hemşeri, amca veya dayı münasebetlerine göre hayatın çeşitli alanlarında kayırılmaktadırlar. Oysa vahiy insanlık ailesini böyle bir zaafa düşmemesi için Nuh (a) şahsında uyarır. Ey insanlık ailesi! Tevhid ve adalet senin ölçün olsun ve ona göre insanlara muamele et ve sakın akrabaya dayalı bir ayrımcılık yapma. Buna benzer örneği biz yine İbrahim (a) kıssasında görmekteyiz (Tevbe Sûresi, 9/114). Zira İbrahim de (a) aynı şeyi babası Azer için murad etmişti.

Musa (a) kıssası ise daha çarpıcı bir örnektir (Kasas Sûresi, 28/15-17). İki kişi kavga ederken Musa (a) şehre girer ve İsrailoğullarından biri onu yardıma çağırır. Musa (a) kimin haklı olduğuna bakmadan hemen olaya müdahale eder ve kendi ırkından ve inancından olmayıp Kıpti olan o zatın ölümüne sebebiyet verir. Hemen ardından anlar ki meğer kendi ırkından olan hatta onunla aynı inancı taşıyan İsrailoğullarından olan diğer kişi haksızdır. Sonra tevbe eder ve o tevbeyi Rabbimiz kabul eder. İnsanlık ailesi bu sefer Hz.Musa’nın (a) şahsında uyarılmaktadır. Ey insanlık! Sakın kendi inancınızdan veya kendi milletinizdendir diye ideolojiye veya ırka dayalı bir ayrımcılığa teşebbüs etmeyin. Irkı, kavmi veya ideolojik insiyaka kapılarak haksızlık ve adaletsizlik yapmayın. Suçlu senin içinden de olabilir zira… Şimdi tersinden düşünelim. Bir Azeri ile bir Ermeni, bir Türk ile bir Yunanlı, bir Filistinli ile bir İsrailli tefrikaya düşse ve siz hiç suçlu kimdir diye bakmadan sırf ırksal veya ideolojik; mezhepsel veya örgütsel; sınıfsal veya düşünsel insiyaka kapılarak taraftarlık yaparsanız bu anlamda yanlış yapmış olacaksınız. Bunu daha sosyolojik bir kavramla anlatacak olursak “öteki” oluşturarak ayrımcılık yapmak vahyin onay vermediği bir tutumdur. Öyle ki Allah Rasulü (s) zamanında bir hırsızlık vak’ası yaşanmış ve olay bir Yahudi’nin üzerine bırakılmak istenince vahiy, gerçek suçlunun Tu’me bin Ubeyrik isimli Müslüman olduğunu açığa çıkarmış ve o kişi cezaya layık görülmüştür (Nisa Sûresi, 4/105). Tu’me bin Ubeyrik ise daha sonra dinden çıkarak mürted olmuştur.

Tüm bunlardan anlıyoruz ki, vahyin ayrımcılığa hiç tahammülü yok. Diskriminasyona neden olacak en basit bir vak’a dahi Allah’ın gazaplanmasına sebeb olabiliyor. Düşünün ki garip ve engelli bir zata ilgisizlik Allah’ın (c) en sevgili insanı olarak tarif ettiği Rasulü’nün dahi tazir edilmesine sebeb olabiliyor. İmdi kanımca tüm bunlardan yola çıkarak diyebiliriz ki Abese Sûresi’nde, insanlık ailesi Allah Rasulü’nün (s) şahsında uyarılmıştır. Kur’an adeta şunu demektedir: Ey Kur’an yolcusu! Sen de mahallende, yaşamış olduğun cemiyette, hayatını devam ettirdiğin topraklarda karşına İbn-i Ummi Mektumlar çıkarsa sakın onlardan yüz çevirme. Çağın Velid bin Muğirelerine, Ebu Cehillerine, Umeyye bin Haleflerine veya Rahip Bahiralarına ve hatta Necaşilerine vakit ayırdığın kadar ve onların hidayeti için gayret sarf ettiğin kadar, yetimhanelerdeki öksüz çocuklara, huzur evlerindeki kimsesiz kalmış yaşlılara, hapishanelerin soğuk köşelerinde Allah’ı tanımaya çalışan mahkûmlara ve hatta fuhuş mafyasının elinde fahişe erkelerin sermayesi haline getirilen kadınlara, evsizlere, yalnızlara ve gözü görmeyen âmâlara, eli tutmayan engellilere, kulağı işitmeyen sağırlara ve kısaca tüm insanlığa ulaştırılması gereken temel mesajın Kur’an mesajı olduğunu sakın unutma!

Şurası bir gerçek ki yapılan istatistiklere göre Amerika’da en fazla ihtida ıslahevlerinde gerçekleşiyor. Kuzey Amerika’da her dört kişiden biri Müslüman olarak geçiyor hapishane kayıtlarında. Kendi çalışmış olduğum hapishanede altı yüz kadar Müslüman var. Toplam nüfus iki bin yüz civarında… Bunların dört yüz elli kadarı Ramazan’da hapishanenin zor şartlarına rağmen oruç tutuyor. Bu mesleğe başladığımdan beri yetmiş beş kişinin şahadetine vesile olmak nasip oldu. En son bir beyaz Amerikalı mahkûm geçtiğimiz Cuma namazında herkesin önünde şahadet aldı ve “Allahu Ekber” çığlıklarıyla tebrik edildi. Hidayetin Allah’tan olduğuna dair kafamda zerre kadar şüphe yok… İkna eden ben olabilseydim kendi akrabalarım içinde dine uzak insanlar ikna olmuş olurdu. Ancak hayır, hidayet Allah’tan ve İslam mesajının kendisi de zaten oldukça cazip. Konumuz Abese Sûresi olduğu için yazıyorum bunları… Bunlar biliniyor olmasına rağmen niçin insanlar bu işe ehemmiyet vermiyor onu düşünüyorum… Bana sorulan sorular rahatsızlık verici. Bunların kaçı siyah veya kaçı beyaz, Müslüman olanlar hangi mezhebe geçiyorlar vs.

Pensilvanya’da halen birçok hapishanede Müslüman din görevlisi yok. Onların yardımını bekleyen binlerce imandaş mahkûm var duvarların ardında… ‘Din adına yola çıktığını iddia edenler niçin bu kadar ilgisiz’ sorusu vicdanımı rahatsız ediyor. Bu insanlar para veremezler ve garip oldukları için mi acaba diyor içimdeki şeytan… Yoksa bu umursamazlık bir dünyevileşmenin sonucu mu diye içimde bir fısıltı dolaşıp duruyor.

Din ihlâs ister. İhlâs, “halas” etmek demektir yani bir işin içinden yabancı unsurları temizleyerek özüne layık hale getirmek… Suyun içinden kaynatarak mikropları temizlemek gibidir. İnsanın da yine niyetinin derinliklerinden dünyevî beklentileri, riyayı ve süm’ayı temizlemektir. Şimdi bu insanların parası yok, imkânı yok, ailesi yok çevresi yok… Tek dostları duvarlar… Ama aralarında dini öğrenmeye çalışanlar var… Teheccüdü soranlar var… Rabbin sana öğrettiklerinden beni de haberdar et diyenler var. İbn-i Ummi Mektum’casına… Bana kalırsa bu umursamayış bizim de tazir edilmemize sebep olacaktır… Ama bu insanlar garip oldukları için onlardan yüz çeviriyorsak burada ihlâsımızı sorgulamamız gerekmektedir… Kim bilir belki de siz onlardan en büyük destek olan duayı alacaksınız… Ve o dua ile gökler ihtizaza gelecek ve her işiniz aşan olacak… Belki de o insanlardan biri arınacak ve model bir Müslüman olacak; tıpkı Malcolm X gibi… Ama bir umursamazlıktır gidiyor… Tüm bunlar elbette bilinçsizlikten ve Abese Sûresi’ni tefekkür ve tedebbür ederek okumamaktan kaynaklanıyor… Tabii birde eşyanın tabiatını doğru okuyamamış olmaktan kaynaklanıyor.

Oysa bilseydik; en şifalı ilaçlar beğenmediğimiz otların kimyasında gizli… En değerli cevherler beğenmediğimiz taşların bağrında gizli… Bir tahılın bağrında harman, bir çekirdeğin özünde orman ve ayaklar altındaki sürüngenin zehrinde derman gizli… Hatırlasaydık insanlığın bağrında on beş asırdır yankılanan ezeli nağmenin, bir yetimin dudaklarından döküldüğünü… Hatırlasaydık yeryüzünün en aziz ve merhametli cemaati olan ashab-ı kiramın bir zamanlar yeryüzünün en sefil ve merhametsiz bir cemadat olduğunu… Ve bilseydik eğer insanlığın efendisinin bir garipten yüz çevirdiği için tazir edildiğini? Ve hatırlasaydık; Allah Rasulü’nün
‘bu din gariplerle geldi, gariplerle devam edecek ve ne mutlu o gariplere’ dediğini…

Bunları niçin görmüyoruz ve hatırlamıyoruz suali mühim bir noktadır kanımca… Abese Sûresi’ndeki vakıayı hemen herkes bilir ama kimse mahallesindeki İbn-i Ummi Mektum’u aramaya çalışmaz. Bunun sebebi Kur’an’ı sahabenin okuduğu gibi okumuyor oluşumuzdur. Her zaman derim. Kur’an ancak tedebbür edilerek okunduğu zaman sadra şifa olur… Bu âyet bana ne diyor sorusunu sormadan ve cevabını bulmadan vahiy okunmuş olmaz. Şayet Tekvir Sûresi’ndeki “Bu kızlar hangi suçundan dolayı öldürüldü” âyetini biz hayatın bizzat içinde aramıyorsak, bu âyet
camilerin soğuk köşelerinde, hafızların ezberinde ve tarihin tozlu sayfalarında tutuklu kalacaktır. Oysa bu âyet tedebbür edilirse, o dem bu âyet insan yüreğinde bir feryada dönüşecek ve bu haykırış organ mafyalarının içinde, mektep önlerindeki fuhuş mafyasında, Nataşa pazarlarında, kanlı kürtaj masalarında aranacak ve vahyin diriltici soluğu hayatın her sahasında şifa oluverecektir. O dem her hafız bir muhafız kesilecek ve belki de asr-ı saadet tekrar gelecektir…

Kanaatim odur ki, Abese Sûresi’ni okuduğumuz halde yaşadığımız cemiyette gariplerin mahzun kalması vahyi tedebbür ederek okumadığımızdandır. Bu misaller hep bizim içindir aslında… Öyle demiyor mu Kur’an “Biz bu misalleri insanlara veriyoruz; olur da tefekkür ederler.” (Haşr Sûresi, 59/21). Evet, vahiy ancak tefekkür edildiği, yani anlaşılmaya çalışılarak okunduğu zaman sadırlara şifa olacaktır.

Kaynakça:

Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yayınları, İstanbul 2008.
İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, İnşa Yayınları, İstanbul 2007.

NOT: 1.Kurani Hayat Dergisinin 14 sayisinda 18 Ekim 2010 tarihinde yayinlanmistir.

2. Ihsan Eliaciktan nicin kaynak kullaniyorsun gibi suallere cevap vermeyecegim. Kaldi ki yaziyi kaleme aldigim tarih 2010 yilidir. Ancak vahyin vurgu yaptigi bu konu zaman ve zemin ustu oldugu icin yeniden paylastim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.