Terör siyasetinin göreceliliğinden savaş hukukunun kurallılığına

Bush, yeni milenyumla birlikte “teröre karşı savaş” doktrini gereğince, yeri yurdu belli olmayan ve her an heryerde eylem yapabilecek teröre karşı savaş ilan ettiğinde bu mücadelenin nasıl yürütüleceğinin sorulmasına fırsat bırakmadan Afganistan ve Irak'ı, teröre destek veren ülkeler olarak suçlayıp işgal etti. ABD, bu sayede terörle onun evinde savaşacak ve Amerikan topraklarına ulaşmasına şans tanımayacaktı. Bush'un “teröre karşı savaş” doktrininde, 11 Eylül 2000 saldırılarında Amerikan topraklarına ulaşan terörün bir tür savaş olarak kabul edildiğini Afganistan ve Irak işgallerinden anlamak mümkündür.

Kuşkusuz bu tespit, Afganistan ve Irak'ın işgal edilmesinde “teröre yataklık” suçlamasının bahane olduğunu düşünmeye engel değildir. Önemli olan, gösterilen gerekçenin, soğuk savaş uykusundan çıktıktan sonra nasıl bir dünyaya uyandığımıza dair sunduğu bilgidir.

Kendi terörleriyle mücadele halindeki ülkelerin Bush tarafından açılan 11 Eylül dünyasında teröre karşı duyarlılık oluştuğu varsamıyla bu yeni dönemden umutla bahsetmelerinin ne kadar yanıltıcı ve boş bir beklenti olduğunu anlamalarının maliyeti hayli yüksektir.

Başbakan Erdoğan'ın, Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşbaşkanı olmakla övünmesinin de Türkiye'ye teröre karşı direnç oluşturmada fayda sağlamak yerine, ağır bedel ve zarara yolaçtığını bugünlerdeki savaşvari PKK saldırılarıyla anlamış oluyoruz.

Erdoğan, dünyaya siyaseten doğrulardan müteşekkil kuralsızlığı armağan eden BOP düzeninde eşbaşkan olmakla iftihar ediyorken, şimdilerde o düzenin meydana getirdiği tahribata ağır eleştiriler yöneltiyor. Bu yeni tutumunun telafi edici olabilmesi için yapabileceği şey, Türkiye'yi kayıtsız şartsız demokratikleştirmesidir. Sivil ve demokratik bir siyasi rejim için yeni anayasa yapılmalı, güçlü ve dirençli bir Meclis için barajsız seçim sistemi getirilmeli, siyasi rejimin üzerindeki açık örtük tüm vesayet araçları tasfiye edilmeli ve sivil toplum hiçbir koşula bağlı olmaksızın özgürleştirilmelidir. Başbakan bu çerçeveyi tamamlamadığı sürece siyasetin ayartma ve aldatma koridorlarında dolanan öteki politikacılardan hiçbir farkı olmayacaktır.

Türkiye, Erdoğan'dan bu farklılığı ayrılıkçı terör (ya da artık savaş) konusunda göstermesini bekliyor.

Kendi başına bırakıldığında Türkiye'nin güvenlik aklı, PKK ile mücadelesinde siyasetin kuralsızlık alanında kalmayı tercih ediyor. Fakat bu yöntemin hem devlet saygınlığına ve güvenirliğine yakışmadığı, hem de hiçbir fayda getirmediği bugünkü ağır bilançoyla kanıtlanmış olmalıdır. AK Parti hükümetinin önceki yıllara göre farklılık yaratarak terörle mücadelede paradigma değişikliğine gitmesi gerektiğinden sözederken kasdedilen şey, terörle mücadelenin siyasal alana özgü görecelilik sahasından alınıp hukukun kurallı alanına devredilmesidir.

Esas itibariyle terör de bir tür savaştır, ama güvenlik aklı savaş hukukuna bağlı hareket etmek istemediğinde ve terörü siyasal rejimin iç dinamikleri üzerinde etki, baskı ve ağırlık kurmak için bir imkan olarak kullanmayı amaçladığında hukuki bir kavram olan “savaş”ı kullanmak yerine, siyasi bir kavram olan “terör”ü tercih ediyor. Hiç şüphesiz bu tercihinde PKK'nın kendi eylemlerini savaş tanımı içine sokmaya çalışarak Türkiye'yi kendisine ait topraklarda işgalci gösterme niyeti de etkili olmaktadır. Zaten PKK bu nedenle kendisinin HAMAS'la mukayese edilmesi, Türkiye'ninse İsrail'e benzetilmesinden son derece hoşnuttur. Çünkü bu benzetmede HAMAS, bir zamanlar siyonist terör örgütlerinin eylemleriyle bütünlüğü parçalanan ve sonrasında da koparılan parçada İsrail'in kurulduğu Filistin ülkesini yeniden birleştirmek için mücadele eden siyasi partidir ve mücadele verdiği güç de işgalci İsrail'dir.

1917'den başlayarak Osmanlı Türkiye'sinin Güney topraklarında İsrail'i ortaya çıkaran koşulların oluşma seyri ile Irak'ın Kuzey topraklarında Irak Kürdistan'ının coğrafi bölge olmaktan çıkıp Irak bütünlüğü içinde hiçbir bölgeye tanınmamış ayrıcalıklarla siyasi ayrılığın üssü haline gelmesi Türkiye'de terörle mücadelenin paradigmasının değişmesi ihtiyacını fazlasıyla ikaz etmektedir. Bu satırların yazarı, terörle mücadelenin güvenlik siyaseti ile ilgili kısmında terörün Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ın ortak mücadele havuzu içinde ele alınması gereğini muhtelif mecralarda üç yıldır dile getiriyor.

Türkiye terörü sadece kendi PKK teröründen ibaret sayıp Irak'la veya İran'la sadece bu çerçevede sınırlı ve çekingen güvenlik ilişkileri geliştirdiği süre içinde PKK, KCK (Kürdistan Halklar Federasyonu) oluşumuyla meseleyi bölgeselleştirme yolunda önemli bir adım atmıştı bile. Türkiye, eski usül terörle mücadele paradigması içinde “bir avuç çapulcu” söylemiyle yol almaya çalışırken şimdi karşısında muhtelif ülkelerin vatandaşlarından oluşan bir saha savaş gücü var. Bu durumu hala “terör” tanımıyla karşılayıp sorunu iç siyasetin dinamikleriyle algılamaya ve siyasal alanın her bakımdan göreceliliğinde kalmaya çalışırken, bölgeselleşmiş “savaş”ın kurallılığı adım adım Türkiye'nin kapısına yaklaşmaktadır.

“Türkiye-İran savaşı” gibi en aykırı görünen bir sonucun bile pişirilmeye çalışıldığı koşullardayız ve 1998'de 28 Şubat askeri müdahalesi ikliminde Türkiye ile Suriye'yi savaşın eşiğine getiren Washington-Tel Aviv senaryosu hâlâ deşifre edilebilmiş değildir. Öcalan'ın son görüşme notlarında İran'la diyalogun geliştirilmesinden sözettiğini, bunun da Suriye'nin Öcalan'a durduk yerde Şam'da karargah temin etmesiyle başlayan gerilimli süreci hatırlattığını kayıt altına alalım. Hafız Esed'e hangi havuç veya sopa karşılığında Öcalan'ın emanet edildiği ve daha sonra da PKK tehdidine ev sahipliği yaptığı suçlamasıyla Suriye'ye karşı İsrail-Türkiye ilişkilerinin şaibeli, karanlık ve kuşkulu biçimde geliştirildiğini sormaktan vazgeçmemeliyiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar