Vedanın En Acısı Sende Saklı, Ey İstanbul...

Vedanın En Acısı Sende Saklı, Ey İstanbul...
Yıl 1971...
Baharın başlangıcı sayılan Nisan ayının yirmisinde gözümü Nişantaşı Doğum Hastanesinde açmışım.
Tam elli yıllık bir ömrüm geçti İstanbul’da.
İçinde sakladığım nice hatıralarım var.
Sayfalara sığdırayamacağım hatıralar bunlar.
Evet, İstanbul...
Ömrümün kahır ekseriyesi sende geçti.
Bebekliğim,
Çocukluğum,
Gençliğim,
Ve olgunluğum...
Şimdi yavaş yavaş yaşlanmaya doğru gidiyoruz.
Artık seni kaldıramıyorum, İstanbul.
Sen, eskisi gibi değilsin.
Eskiden seni çok seviyordum, İstanbul.
Sende yaşamak, bana hiç acı vermiyordu önceden ama artık acı vermeye başladı.
Çocuktum; senin henüz taş, asfalt olmamış topraklarında oyunlar oynardım.
Saklambacı sende öğrenmiştim.
Dokuz taşı da, misketle oynamayı da, gazoz kapağını biriktirmeyi de...
Biliyor musun; yaşamanın ne olduğunu, hayata tutunmayı, çilelere göğüs germeyi de hep sende öğrenmiştim.
Hayat, bize zordu ama biliyor musun, çok zevkliydi.
Yamalı pantolonumuz, dikişli ayakkabılarımız olmuştu ama hiç gocunmamıştık.
Çünkü biz, zorluktan da zevk alan bir nesildik.
Belki kaşık kaşık dondurmalar yemezdik ama dondurmaların en lezzetlisinden yerdik.
Çikolotaları günler sonra görürdük ama şimdi öyle lezzetli çikolotalar nerede gezer?
Biz, onar onar bisküvi yemezdik ama bir bisküviyi ikiye bölerek paylaşmasını bilirdik.
Oyuncaklarımız plastik arabalar, frizbiler, misketler, gazoz kapakları idi ama şimdiki oyuncaklardan daha değerli gelirdi bize.
Çünkü biz tatmin olmasını bilen, elimizdekiyle yetinmesini bilen bir nesildik.
Oyun alanlarımız aldığına çoktu.
Nüfus da azdı buna karşılık.
Komşuluk denen müessese zirvesindeydi bizde.
Hiç sıkılmadan komşu teyzelerin mutfağına girerdik.
Onlara hiç çekinmeden karnımızın açlığını söylerdik.
Büyüklerimiz; bizim saçımızı okşardı, biz hiç anlam yüklemezdik.
Çünkü o zaman insanlarda artniyet yoktu, herkes saf ve temizdi.
Dedim ya, hayatın zorluklarını bizim nesil gayet iyi öğrenmişti.
Onun için okullar tatil olur olmaz giderdik, çıraklık yapardık.
Kimimiz berber çırağı olurdu, kimimiz sıhhi tesisatçı, kimimiz de bakkal.
Kazandığımız para az olsa da bereketi o kadar çoktu ki.
Annemiz babamız, bize hayatın kolay olmadığını öğretmişti.
Biz, Z kuşağı nedir bilmezdik...
İşte, böyle büyüdük biz İstanbul’da.
İstanbul, bizi terbiye etmişti her türlü.
Çünkü İstanbul eskiden böyleydi.
Daha sonra ne oldu?
Acımasızca göçü bağrına aldı İstanbul.
Herkes geldi İstanbul’a.
Dediler ki: "İstanbul’un taşı toprağı altın."
Her gelen altına hücum etti ve altının değeri insanlarla beraber düşmeye başladı.
Bir kültür yozlaşmasına düçar oldu İstanbul.
Gelenler, acımasızca İstanbul’u bitirdiler.
Su yetmez oldu.
Toprak yetmez oldu.
Hava yetmez oldu.
Güzellik yetmez oldu.
Biz, çeşmelerden kana kana su içerken artık pet şişelerdeki sulara mahkûm olduk.
Biz, topraklarda oynarken şimdi doğru dürüst toprak bulamıyoruz İstanbul'da. Bulsak da metrekaresine ne kadar insan düşüyor, bir bilseniz...
En yakın toprak, saksılarımızda olmaya başladı.
Ciğerlerimize kadar çektiğimiz hava da yetmez oldu.
Hava da değişti İstanbul’da,
İklimlerle beraber.
Hele ki yazın yaşamak o kadar zor ki İstanbul’da.
Gece dinlenmek için yatarken sabah sanki dayak yemiş gibi oluyor insan.
Ya İstanbul’un güzelliklerine ne demek gerekir?
Biz ne şanslı nesiliz ki İstanbul’um tüm güzelliklerine erdik.
Şimdi her taraf kocaman binalarla, absürd yapılarla doldu.
İstanbul’un silüeti tamamen bozuldu.
Değişti tamamen İstanbul.
Herşeyiyle değişti.
İnsanı boğmaya başladı.
Herkes kaçar oldu İstanbul’dan.
Ben bile...
Bu kadar sevmeme rağmen artık İstanbul'da yaşamak zor geliyor bana.
Yakın bir zamanda, nasip olursa İstanbul, bana yabancı olacak; ben de İstanbul’a yabancı olacağım.
Halbuki pek sevmiştik birbirimizi.
Belki de bağrında verecektim son nefesimi.
Zor be ayrılmak senden, İstanbul.
O kadar zor ki, arkamda o kadar anılarım olacak ki...
Hepsini hatırladıkça gözlerim dolacak belki de.
Hiçbir yerini unutmayacağım senin, İstanbul.
Kocamustafapaşa’nı da unutmayacağım, Vefa’nı da.
İskenderpaşa’nı da, Aksaray’ını da.
Yedikule’ni de, Langa’nı da, Eyyüp Sultanı’nı da, Balat’ını da.
camilerini de, kiliselerini de, Çengelköy’ünü de, boğazdaki boncuk gibi asılı olan köprülerini de,
Kızkulesi'ni de, akmayan çeşmelerini de, Galata Kulesi'ni de, gerçek İstanbul’un surlarını da.
İnan; ben, seni unutmayacağım, İstanbul.
Belki arada yanına uğrayacağım ama eskisi gibi olamayacağız.
Senden bir şey rica edebilir miyim, Aziz İstanbul?
Sen de beni hiç unutma.
Elli yıllık ömrüm ,sende geçti.
Vefanın ne olduğunu bana göster, İstanbul.
Unutma ki vefa sadece bağrında barındırdığın semt değil, vicdanındaki ses de olmalı.
Sana doğru söylemiyor muyum, Ey İstanbul?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum