Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Mehmet Akif Ersoy dün İstanbul’da Edirnekapı Kabristanında kabri başında, Ankara’da Taceddin Dergâhı’nda ve çeşitli merkezlerde rahmetle anıldı. Dün onun vefat yıldönümü idi.

Onun 63 yıllık hayatında hep karınca gibi yılmadan çalışma, sabır ve kararlılık; üstün başarılar ve geride bırakılmış muhteşem eserler vardır.

Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhâri Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefatı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayatı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Memuriyetinin yanında Ziraat Mektebinde ve Dârulfünûn'da edebiyat dersleri verdi. 1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedârı M. Emin Beyin kızı İsmet Hanımla evlendi.

Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sâhasındaki çalışmalarına devam etti. Fakat onun neşriyat âlemine girişi daha fazla 1908'de İkinci Meşrutiyetin îlânıyla başlar. Bu târihten itibaren şiirlerini Sırât-ı Müstakîm'de yayınlanır.

1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etti.

İstiklal Marşı şairimiz Merhum Mehmed Akif Ersoy’un; “hayatı”, “seciyesi” ve “sanatının” anlatıldığı, Timaş Yayınları arasında neşredilen ve onun yakın arkadaşlarından Mithat Cemal Kuntay’ın kaleme aldığı “Mehmed Akif” isimli eserden iki kesiti dikkatlerinize sunacağım.
Eser, Timaş Yayınları’ndan. Yazarı ise Mehmed Akif’in Herkesin kendi düşüncesine göre çizdiği bir Akif portresi vardır. Kimileri sadece şairliğini göz önüne alır, o yolla Akif’i anlatır.

Mithat Cemal Kuntay farklı yazarlar tarafından çizilen Mehmet Akif portrelerine dikkat çekerek,  “Bir de benim Akif’im var” diye başlamış. İşte Kuntay’ın Akif’inden bir tablo:

“Bir de benim Akif’im var. Bu Akif, hayatımın otuz üç senesidir. Bu otuz üç senede o, bir tek defa bayağı olmadı.
Onun iç yüzüne baktığım vakit; gökyüzüne, denize bakar gibi ferahlardım. Sonra onun altmış üç senelik hayatını öğrendim; bu ne berrak altmış üç senedir, siyah ve pis, tek bir dakikası yoktur.
Fakat dostluğumuz eskiyince; onun kusurlarını görmeye başladım. Bu kadar temiz ahlakıyla bu adam melek olmalıydı.
Hâlbuki melek falan değildi. Herkes gibi insandı. Onu melek olmaktan kurtaran huyuydu. Çok çetin huyluydu.
Mademki onunla dostsunuz, onun gibi düşünecektiniz; onun kızdığı şeye kızacaktınız; onun sevdiği şey sizin için de sevimli olacaktı.
Bu kavgalar bile tatlıydı. Onun acı tarafı alınganlığıydı; bazen sizi, sessiz sedasız kendi kendine izah ediyordu. O anlarda dostluğu demirden leblebiydi.”

 “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” diyen Mehmet Akif Ersoy’un en unutulmaz mısralarından birisi de şudur:

 “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.”

 

İşte yine Mithat Cemal Kuntay’dan, Mehmet Akif’i doğru anlamamıza yardımcı olacak bir hatıra:

“Mehmed Akif, Osmanlı müşirlerinden birinin çocuklarına ders vermektedir. Kuntay’ın bu meseleden haberi yoktur ve öğrenmek için sorar.
Akif’in cevabı muhteşemdir.
“Onu bıraktım. Müşirin oğlu bir gün Peygamberimizin aleyhinde ağzından bir lakırdı kaçırdı” der.
Cemal Kuntay devam ediyor anlatmaya;
“Biteviye yürüyorduk. Ortalık kararıyordu. Birdenbire durdu; yüzüme dik dik baktı. Sesi değişti ve
“Mithat Bey; isteyen güneşe tapar, isteyen ateşe. Ben kimsenin Allah’ına Peygamberine karışmam. Fakat kimse de benimkine karışmamalı. Biri yüzüme karşı babama sövebilir mi? O halde Peygamberime nasıl söver?” diye sordu.
Karanlıkta gözleri parlıyordu. Bundan sonra otuz üç sene süren dostluğumuzda onda hep bu gözleri görecektim.”

Safahat’ın ve İstiklal Marşımızın şairi, “Allah bu millete bir kez daha İstiklal Marşı yazdırmasın” diye dua eden merhum Mehmet Akif Ersoy’u bir kez daha minnet ve rahmetle anarken onun unutulmaz şiirlerinden birisini istifadenize sunuyorum..

 

SEYFİ BABA

Geçen akşam eve geldim. Dediler:

                                                  - Seyfi Baba

Hastalanmış, yatıyormuş.

                                     - Nesi varmış acaba?

 

- Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.

- Keşki ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!

 

Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!

Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîrâ yol

 

Hem uzun, hem de bataktır...

                                         - Daha a'lâ, kalınız

Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.

 

 Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;

Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.

 

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;

"Gel!" diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.

 

Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,

Boğuyordum! müteveffâyı bütün âferine.

 

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,

Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!

 

Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,

Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!

 

Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;

Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.

 

Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...

Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:

 

Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;

Kâh olur, mürde şuâ'âtı düşer bir mezara;

 

Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;

Kâh bir ma'bed-i fersûdenin üstünden aşar;

 

Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;

Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;

 

Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan,

Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan

 

Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;

Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;

 

Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;

O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;

 

Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:

Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!

 

Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!

Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kaatil...

 

Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil

Bana göstermeli bir kerre... Niçin? Belli değil!

 

Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,

Hatm-i enfâs edivermez mi hemen "cız!" diyerek?

 

O zaman sâmi'anın, lâmisenin sevkıyle

Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!

 

Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...

Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.

 

 Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener

Geçiyor... Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,

 

Giderim arkalarından... Yolu buldum zâten.

Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

 

İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.

Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.

 

Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip

Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip

 

Açıversem... İyi amma kapı zâten aralık...

Gâlibâ bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık

 

Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,

Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.

 

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak

Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!

 

Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,

Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:

 

- Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!

Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.

 Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun...

Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.

 Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...

Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

 

Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım

Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.

 

Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,

Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!

 

O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,

Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,

 

Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl:

O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!

 

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,

Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.

 

- Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık, şunu, bir...

- Sen otur, ben ararım...

                                 - Olsa içerdik, iyidir...

 

Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...

Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,

 Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,

Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

 

- Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?

Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

 

- Mehmed Ağ'nın evi akmış. Onu aktarmak için

Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.

 

Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!

İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.

 

Hadi aktarmıyayım... Kim getirir ekmeğimi?

Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?

 

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:

Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!

 

Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;

Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.

 

Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman

Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman

 Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç

Görüyorsun daha gelmez... Yalınızlık pek güç.

 

Ba'zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;

Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

 

- Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!

Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

 

İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına...

Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,

 

Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!

Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.

 

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,

Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.

 

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;

Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!

 

O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:

Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

 

    gumuslale@gmail.com

  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum