Fatma Ç. KABADAYI

Fatma Ç. KABADAYI

Yazar Mustafa Aslan Aksungur ile yaşamı ve edebiyat üzerine...

 

Kişileri ölümden kurtaracak olan Azrail değildir, kendi yapıtlarıdır..!

 

Mustafa Aslan AKSUNGUR

 

Bu hafta üretmenin nasıl olduğunu bizlere eserleriyle, yazdıklarıyla anlatan Mustafa Aslan Aksungur ile birlikteyiz. Kendisi her yazarın ihtiyacı olan eserleriyle, esprili ve mütevazi kişiliğiyle gönlümüzde yer edinmiş yazarlardan... Allah uzun ömür versin diyelim kıymetini bilmemiz gereken değerli bir kalem...

1945 yılında Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü'nden mezun olduktan sonra kendini edebiyata adamış Ömrünün çoğunu yazmakla geçirmiş. Yazmak için okumak, okumak için araştırmak onun Başlıca amacı olmuş. Hazır mısınız onu yakından tanımaya... Haydi o halde başlayalım sohbetimize.

 

-Mustafa Hocam, öncelikle beni kırmadığınız için size minnettarım. Sizi tanımaktan Onur duydum. Edebiyata nasıl başladınız?

 

Soruya vereceğim yanıt belki biraz garip kaçacak ama, ben edebiyata beşikte iken başlamışım. Anacığım şairdi. On iki çocuk anasıdır. Bizleri uyutmak için beşiğimizin başında ninniler söyler, yakımlar yakardı. Söylediği ninnilerin çoğu kendi yaktığı yakımları olurdu. Sonra dönüverirdi Yunus Emre ve Karacaoğlan  şiirlerini kendi müziğiyle söylemeye…  İşte taa o dönemlerimde başlamış edebiyata tutkunluğum.

 

 

-ilk eserinizin yayımlanma sürecini bizimle paylaşır mısınız?

 

Bastırabildiğim ilk kitabım, Yunus Emre’nin Doğuşu” yapıtımdır. Büyük Yunus Emre’mizin ailecek  ayrı bir  yeri vardı evimizde. Oradan kalma bilgi ve tutkuyla çok önceleri hazırladığım halde ancak 2008 Mayıs ayı içinde bastırabildim. 

 

 

-Yayınlanmış eserleriniz her yazarın elinde bulunması gereken kitaplar. Ben atasözlerine deyimlere çok önem verenlerdenim ve Türkçe'nin onsuz eksik kalacağına inananlardanım. Bu eserleri nasıl oluşturdunuz? Gerçekten çok emek almış Olmalı...

 

Altının kıymetini sarraf bilir, kitabın kıymetini yazar. Türk dili, dünyanın en zengin Atasözleri barındıran öpülesi ve de övülesi bir dildir. Yazarlarımız bu hazineden  alabildiğine yahut olabildiğince yararlanmaları gerekir diye düşünüyorum ben de.

Sizi de, ATASÖZLERİNE  verdiğiniz önemden ötürü, içtenlikle kutluyorum.  Gerçekten de bir yazar için Atasözleri, yazılışı çok çok kolaylaştıran ve de olağanüstü yazınsal değerler katan, bedava bulunmuş bir altın anahtardır.

 

Atasözlerine karşı, çocukluğumdan kalma bir duyarlılığım var. Toroslar’ın taşı toprağından ağır Taşeli bölgesinin Uğurlu köyünde doğmuşum. Yüz on konutlu köyümüzde sobası bulunan üç beş ev ancak vardı o yıllarda.  Uzun kış gecelerinde babamın akranları çoklukla bizim evde toplanırlar, meşe koru ile dolu mangalın başında sohbetlere dalarlardı. Bu sohbetlerden de pek çok Atasözleri dökülürdü. İşte ta 1930’lu yıllarda başladı çocukluk belleğim bu  Atasözlerimizi depolamaya…

Sistemli olarak, Köy Enstitüsü öğrencilik yıllarımda başladım Atasözlerimizi yazılı olarak  toplamaya. Köy öğretmenliği yıllarımda da, aralıksızca sürdürdüm bu derleme işini…

Derlediğim bu Atasözlerini, üçlü bir set halinde: “Atasözleri ve Atasözü Nitelikli Deyimle + Atasözleri Açılımı + Dantelli Kutu (Küfürlü Atasözleri)adları altında, büyük boy, (1052 ) sayfa halinde, (67 yıllık) bir uğraş sonunda  1910 yılında kitaplaştırabildim.,   

 

Atasözlerine ilgi duyan meraklılar, bu konudaki uğraşılarımı: İçinde (21.533 + 1.239 = 22.772)    Atalar sözü bulunan   “Atasözleri ve Atasözü Nitelikli deyimler”  kitabımızın “ÖNSÖZ” ünde daha ayrıntılıca bulabilirler.

 

 

- Çok teşekkür ederim Mustafa Üstadım…  Henüz baskıya girmemiş fakat kıymeti tartışılmaz eserleriniz okurlarınızla ne zaman buluşacak, bu konuda bilgi verebilir misiniz?

 

Ne yazık ki bu bilgiyi veremeyeceğim; çünkü bunu ben de bilemiyorum. Bugüne değin birikmiş  40–50 kitaplık  yazılarım var. Basıma hazır halde dosyalarında bekleşip duruyorlar. Halkımızın deyimiyle “Arpa yok!”

“-Sev beni, seveyim seni..!” demiş atalarımız. Bugüne değin, ben parayı sevemedim, para da beni sevmedi. “Parsasız adam, oksuz yaya benzer; ne denli gerilirse gerilsin avına erişemiyor!”

 

1962 yılından bugüne, hemen her gün yazdığım 66 defter dolusu   “ G Ü N LÜ K “  yazılarım, (13.700)  sayfayı  buldu. Her gün bu sayfalar biraz daha artmakta…

Basıma hazır üç ciltlik, bin sayfayı aşkın,  “83 adet  DENEMELER” imi  kesinkes yayınlatmak istiyorum. Hiç olmazsa bir cildini yayınlatabilsem, belki ilgi çeker diyorum. “Michel de Montaigne”   olsan, kim takar seni Türkiye’de Tatar-Ağası..!

 

 

 

-Her gün yüzlerce kitap piyasaya çıkıyor ve edebiyat dünyasında bazen okurdan çok yazar olduğunu düşündürüyor. Elbette kaliteli kitaplar gelecek nesillere ulaşacak sizce bir eserin kalıcığını ne belirler? 

 

Bir yapıtın kalıcılığını, insanlığa verebildiği öz-değerleri belirler. Gel bil ki o kalıcı yapıtın, insanlığa ulaşabilme şansına  erişebilmesi  gerekir…

Evet!  “Edebiyat dünyamızda okurdan çok yazarlarımız var!”  Bu doğru. Şu “Cep Telefonları” Okur  mu  koydu ki Türkiye’mizde, okurlar yazarlardan çok olsun!  Nereye bakarsak bakalım,  yedi ile yetmiş yaş arası her insanımızın cebinde bile değil, ya elinde, ya da kulağında bir  cep telefonu görürüz. Her ülkede, Eğitim ve Kültür düzeyidir  okuru belirleyen ölçüt.

 

 

- Mustafa Hocam, şiir de yazıyorsunuz. Seviyor musunuz? Şiir ve edebiyat hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

 

Şiiri hem severim hem de yazarım. Hatta, iki kitabımı tümden şiir ile yazdım.  “Köroğlu Destanı – Anadolu  + Köroğlu Destanı – Uygur”  kitaplarımın  ÖNSÖZ  ve GİRİŞ bölümleri dışındaki ana konularının tümü şiirle yazılmıştır.

İnsanı öteki canlılardan ayıran biricik değerin, “Şiiri ve  edebiyat” olduğunu düşünürüm ben. Hatta bazen, “Acep hayvanlar da kendi dilleriyle şiir söylerler, edebi konuşmalar yaparlar mı ki?”  diye, apuk-supuk düşündüğüm bile olur. 

 

 

 

-Biz ona ‘yaratıcı düşünme’ diyoruz ve eminim takdir edersiniz ki bu dünyanın en zor işidir. Peki, Mustafa hocamız bir gününü nasıl geçirir? Nelerden hoşlanır, neleri sevmez?

 

Mustafa Aslan AKSUNGUR, günün 24 saat oluşunu hiç sevmiyor. Çok kısa geliyor 24 saatlik günler, Mustafa Hocamıza…

Sabahleyin saat,  07- 07,30 sularında kalkarım yataktan. Duşumu alır, otururum masamın başına. Dünden kalma yazılarımı gözden geçirmeye başlarım. Çok sürmez bu  gözden geçirmeler. Bitirdim mi, geçerim programımdaki yeni konumu yazmaya, oluşturmaya. Saat 09 – 09.30 arası, kahvaltı saatimizdir.

Günün  uykuda geçen 7–8 saatlik bölümünden sonra kalan 15 – 16 saati, çalışmak,  okumak, yazmak, araştırmak ve de Düşünmekle  geçer. En çok hoşuma giden şey de, yazdığım yazılarıma son şeklini verip bitirmek ve bitirdikten sonra bir kez daha okumaktır.

 

 

 

 

 

-Yazmaya yeni başlayan kalemlere ne tavsiyeniz olacak?

 

Bu soru, çok zor bir soru. Dünyada yedi milyar insan var, hiç birinin davranışı bir başkasının davranışıyla tıpatıp örtüşmez. Bu konuda her kalem, kendi yolunu kendi açacaktır.  Bu soruyu ben kendi  yöntemimi anlatarak yardımcı olmaya çalışayım:

Yazmaya karar verdiğim bir konuyu çok yönlüce düşünürüm. Olumlu yanlarını düşünmekle yetinmem, olumsuz, hatta taban tabana zıt yönlerini de ölçer, biçer, tartar,  DÜŞÜNÜRÜM. Konu, yarı yarıya şekillenmiş demektir artık. Yine de, hemen oturup yazmaya girişmem. Üç beş gün sonra, aynı konuyu bir kez daha düşünce (merceğinin) büyütecinin önüne yatırır, inceler, rötuşunu yapar, başlarım yazmaya. Allah ne verdiyse, dökülür iner kalemimden…

 

 

-Güzel bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

 

Enstitüde İzzet PALAMAR  adında bir öğretmenimiz vardı. Her öğrenciye, çok candan, arkadaşça davranırdı. Benim yaşım da, boyum posum da sınıf arkadaşlarımın hemen hepsinden daha küçüktü. Sanırım o yüzden olacak, beni daha çok gözetirdi.

Bir gün derste: “İnsanla hayvan arasındaki en belirgin fark nedir?”  diye sordu. Bu beklenmedik soru karşısında, kimi arkadaşımız, konuşma farkı, kimileri okuma, yazma dediler. Beğenmedi öğretmenimiz bu yanıtları. Ben de: “Düşüncedir! İnsan düşünerek yapar yapacağını, hayvan içgüdüleriyle yapar!” dedim.

Bravoo Sungur, bravo! İşte gerçek yanıt budur!” dedi, düşüncenin erdemlerini bir ders boyu anlattı…

Düşünceyi bana sevdiren Palamar öğretmenim oldu. Öyle ki, bu dersin üstünden 14 yıl geçtikten sonra, düşünmenin değerini daha iyi kavradım ve öğretmenime borcumu şu şiirimle ödemeye çalıştım:

 

 PALAMAR ÖĞRETMEN   

(Çifteler Köy Enstitüsünde 1940 -45 yılları arasında Tarım öğretmenimiz idi.)

 

Bir Palamar öğretmen vardı

            Şimdi nerelerde bilmem

                        Bilginin pratiğinde uçan dairelerle

                                   Botanik bahçelerinden çiçekler toplardı

 

Bir Palamar öğretmen vardı

            On parmağında on hüner

                        Yeşile vurgundu toprağa âşık

                                   Kara gözlerinde buram buram Toprak kokardı

 

Bir Palamar öğretmen vardı

            Bileği Herkül yüreği çocuk

                        Van Gogh’un “Buğday Tarlaları”nda

                                   Sevgi başşaklamaya çıkardı

                                                          

Şimdi nerelerde bilmem...

 

                                                                                              29.08.1957

 

 

 

 

-Eserlerinizden her hangi bir paragrafı okurlarımızla paylaşmak isteriz. Hangisine müsaade edersiniz?

 

Buyurun!  Henüz yayınlatamadığım “DENEMELER” ‘imden rastgele açtığım dosyadaki, birbirlerini tamamlayan dört  paragrafcık

 

 

 

DÜŞÜNCENİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:

 

Düşünce:

Düşünce konusu, hemen hemen insan türünün insanlaştığı, düşünmeye başladığı en ilkel günlerinden bugüne değin beyinleri sancıtacak kertede gündemi dolduran sıcacık  bir konudur. Düşünce, soyut gibi görünse de, en somut konulardan birisidir.

Düşünce bir sanattır. Her sanat gibi DÜŞÜNCE de, doğru düşüne-bilmememiz için, büyük emekler ve uğraşlar vermemizi ister. Her kime olursa olsun, ne verdiysek ona, verdiğimiz yerden verdiğimiz kadarını alabiliriz ancak.

Doğru Düşünmenin Baş koşulu: ”EMEK” tir; Beyin emeğidir. Beynimiz sancımadan doğru Düşünme konağına ulaşamayız..!

Düşünce, ayni zamanda boylu-boyunca ÖZGÜRLÜK demektir.  Düşüncelere sınır koymaya kalkıldığı an onu öldürmüş oluruz. Demek ki düşünmenin en temelli ögelerinden birisi de: Kanatlandırılmış ÖZGÜRLÜKTÜR..!

 

 

 

-İyi ki okudum dediğiniz bir kaç yazar-şair ismi alabilir miyiz?

 

Vermesini bilmek kadar, hatta bundan bir fırt daha üstün olarak: “Almasını Bilmek!” gerek diye düşünüyorum. Okuduğum binlerce kitaptan, hiç birisini bir ötekine yeğ tutamıyorum. Ama yine de yeni genç yazar adaylarımıza bir ışık olacağını umduğum için, “-İyi ki SENECA”yı okumuşum!” diyebilirim.

Bir insan hangi limana ulaşmak istediğini biliyorsa onun için her rüzgar uygundur..!”

“Başlanan her iş biter; yeter ki bilinçlice üretmesini bilelim..!”

“- İnsan, mantıklı düşünen bir hayvandır.”

“ Hafif acılar konuşabilirler; ama derin  acılar  dilsizdirler..!”

“- Kitapsız yaşamak, kör sağır, dilsiz yaşamaktır..!”

“-Küçük köpekler yabancılara nasıl havlarsa, eğitilmemiş Topluluklar da büyük adamlara öyle havlar..!”

Diyen 2020 yıllık bir Düşünür ve Yazarı saygıyla anarak cennetinde yeni yeni ekinli-ürünlü deyişler üretmesi ile baş başa bırakalım. Bizden olan Yunus Emre’lere, Karacaoğlan’lara da: “Cennet-Mekân!”  diyelim; Sait Faik ABASIYANIK, gerçekten   övgüye değer bir yazarımızdır.

 

 

-Edebiyatın bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz?

 

Bir karmakarışıklığın içinde yürekler acısı bir edebiyatımız var yarım yüz yıldır. Cahit Sıtkı TARANCI’ nın dediği gibi:

                               “Neylersin ölüm herkesin başında;

                                               Uyudun uyanamadın olacak bir gün.

                                                               Kim bilir nerde.. nasıl.. kaç yaşında..

                                                                              Bir namazlık saltanatın olacak,

                                                                                              Taht misali o musalla taşında...!”

“Şiirini  okuyor bugünkü edebiyatımız baştan sona.” Diye düşünüyorum ben. Kınayanlar da başım üstüne, katılanlar da…

 

 

-Yeni projeleriniz var mı, henüz yapmadığınız fakat niyetli olduğunuz neler var?

 

Tek bir yeni projem var: Seksen yedi yıldır ürettiğim çuvallar dolusu Yazılarımın, Notlarımın, Özdeyişlerimin,  Anılarımın,   Günlüklerimin ve öteki Emeklerimin yok olup gitmelerini önleyici önlemlerin alındığını, sağlığımda görmek  istemidir projem. Bu istemi salt kendi adıma öne sürüyor değilim haa! Asıl asıl Türk Edebiyatı ve hatta hatta  Dünya Edebiyatı adına istiyor olduğumu da vurgulamadan geçmeyeyim…

 

 

 

-Azrail ile anlaşmanız olduğu esprinizi sizi tanıyan herkes bilir. Bu sizin yaşama olan bağlılığınızın, hayatı, insanları sevdiğinizin göstergesi. Yanılıyor muyum?

 

 

Gelmişiiiz, gideceğiz! Bundan kaçış, kurtuluş yok. Bunu Azrail bizden daha iyi bildiği için:

“-bak Azrail Efendi! Benim daha önümde bitirilmedik dünya kadar işim var. Bu işlerimi bitirebilmem için benim en az (120 Yıl) yaşamam gerekiyor.gel seninle bir sözleşme yapalım; 120 yıl benim yanıma yaklaşma!” dedim.

“-Peki, olur..! Sana bir ayrıcalık tanıyalım..!”  dedi, söz verdi. Gel bil ki, kalleş mi kalleş! Bakarsın bu gece kimselerin görmez tarafından gelir: “-Haydi, seni götürmeye geldim..!”  deyip alır götürür. Elimiz ermez, gücümüz yetmez. Kuzu kuzu arkasına düşüp gitmek düşer bize de… Dünya böyle kurulmuş, böyle gidiyor şimdilik. Kişileri ölümden kurtaracak olan Azrail değildir, kendi yapıtlarıdır..!

 

 

-Bir yazar gözüyle; kalem, söz, aşk, doğa, sevgi kelimelerini birer cümle ile anlatır mısınız?

 

 

Kalem: Bir saptama aracıdır. Uçucu kaçıcı düşünce ve duyguları kalıcılaştırmaya yarar. Ama kalem demek, onu kullanan BEYİN  demektir. O beyinin ürettiği ürün kalıcılaşmayı hak etmişse kalıcılaşabilir ancak…

 

Söz: Bir Atalar sözümüz var: “-Söz gümüş ese, sükut altındır!”  der. Yazarın söylediği söz, gümüş değil, altından da değerli değerler yaratması gerekir ki, Kalıcı olabilsin…

 

Aşk : Bir de Aşk için söylenmiş Atasözümüz var: “-Aşk olmayınca meşk olmaz..!” der. Meşk: Çalışmak, uğraşmak, yaratmak ve devamlarını üretmenin, var etmenin erkidir… enerjisidir… gücüdür…  Özellikle yazarlığa soyunan kalem ustaları, yazdığı yazıya âşık değilseler, ya da ona gereken enerjiyi vermiyor yahut veremiyorsalar, kalıcı eser yaratamazlar.

 

Doğa: Doğa, doğurgandır! Yeter ki yazarlarımız ekmesini, biçmesini, üretmesini bilsinler ve tembellik  etmesinler. Doğanın verdiğini eksiksizce vermek, hemen hiçbir yazarın harcı değildir. Buna kimselerin gücü yetmez! işte bu doğurgan doğadan ne kadar aslına uygun ve gerçekçi sunular yapıp suna-bilirse bir yazar, o ölçülerde  büyük yazar olmayı, kaleminin hakkıyla hak etmiş olur..!

 

Sevgi: Sevgi, can taşıyan tüm varlıklarda vardır. (Bu “vardır” sözcüğünün  içinde bitkiler de dahildir)  Salt bu yüzden hiçbir can, sevmeden edemez..! Özellikle şairler, yazarlar, ressamlar, mermeri insan yapan heykeltıraşlar v.d. v.d. yaptıkları işi daha taşkın bir sevgiyle sevmek zorundadırlar. Verecekleri yapıtları, onlara verdikleri sevgileriyle eş-değerdedir! Diyorum ve böyle görüyorum ben.              

Haydiyin hepimize ekinli ürünlü çalışmalar dileyerek, söyleşilerimizi ağız tadıyla sunalım İnsanlığa..!

 

-Ağzınıza, yüreğinize sağlık diyorum üstadım… Değerli vaktinizden bana da ayırdığınız için sonsuz teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gif

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

           

 

 

 

 

 

 

 

 

                

 

 

 

               

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.