İbrahim KONURALP

İbrahim KONURALP

Yeni Laik Düzen'in Eşiğinde...

12 Haziran 2011 tarihi, Türkiye’de 4 yılda bir yapılan genel seçimlerin ötesinde bir mana taşıyordu. Ne Sivil Anayasa, ne Güneydoğu’ya özerklik, ne çılgın projeler, ne yoksullara kart-maaş dağıtma vaatleri bu seçimin asıl gündemi değildi. Bu seçimin asıl gündemi, Türkiye’nin 28 Şubat’la başlayan devşirilme sürecini tamamlayıp ‘Yeni Laik Düzen’e geçmesi idi. İki kişiden bir kişinin ‘dindar’ Başbakan’a oy verdiği bir seçimden böyle bir sonuca nasıl varırsın, hayretler içinde kaldım, diyenlerden biraz sabır bekliyoruz ve üç yazılık dizimize başlıyoruz.

KATI LAİK DÜZENDEN TAKİYECİ LAİK DÜZENE…

Laikliğin kaba tarifi, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasıdır.

Bu Fransa’da ya da bir başka Batı ülkesinde, kilise (ruhban sınıfı) devlet yönetimine karışmayacak; devlet de kilisenin ‘dindarlar’ üzerindeki etkisine burnunu sokmayacak, manasına geliyordu. Batı Laikliği, karşılıklı menfaatlere helal getirmemek kaydıyla, Batı dünyasında, kilise ile devlet arasında yapılan resmi anlaşmanın adı oldu, kısaca.

Türkiye’de ise laiklik, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlık sebeplerinden biridir. Lozan’da yapılan müzakerelerde kayıt altına alındığı üzere, biz halifelik hakkımızdan vazgeçtik ve karşılığında üniter-laik devlet olmayı kabul ettik. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşları, kendilerini ‘Türk Milleti’ olarak tanımlayacaklardı ve kendilerini ‘ümmet’in birer ferdi olarak görmeyeceklerdi. Bununla birlikte, devlet de,  İslam adına bir şey söylemeyecekti ve İslam toprakları üzerinde bir hak iddia edemeyecekti. Ki bu İslam toprakları, kaybedilen bütün Osmanlı Coğrafyasıyla birlikte, Ortaasya’yı, Uzakdoğu’yu içine alır.

Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu 29 Ekim 1923’ten, çok partili hayata geçilen 1946 genel seçimlerine kadar, Cumhuriyet Halk Fıkrası eliyle, bir Katı Laiklik Dönemi yaşandı. Hepimizin malumu olan bu dönemin özelliklerini anlatmaya gerek var mı? Devlet kontrolünde yaşanan ve yaşatılmasına izin verilen bir din; kılık-kıyafetinden Kur’an Kerim okumasına, ibadetinden dini görüşüne kadar yasaklarla karşı karşıya kalan dindarlar… Uluslar arası anlaşmalarla, Türkiye’yi Katı Laik Düzen’de yönetmeye söz veren tek partiden başka bir şey de beklenemezdi zaten.

İkinci Dünya Savaşının ardından, dünya iki kutuplu Soğuk Savaş Düzenine girdi. 1946’dan 1990 yılına kadar da Türkiye’de merkez sağ partiler marifetiyle, Takiyeli Laiklik Dönemi yaşandı. Bu dönemin özelliklerini de biliyorsunuz; ibadetler serbest ancak ahkam ayetleri yasak, İslam adına siyasi görüş bildirmek, İslami propaganda yapmak yasak (163. madde)…

Takiyeli Laiklik Döneminde, Türkiye fazlasıyla ABD ekseninde bir ülke oldu. Müslümanların cihat duygusu, yalnızca ‘komünistlere karşı savaşma’ parantezinde diri tutuldu.

Berlin Duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla başlayan Yeni Dünya Düzenine, Türkiye’nin ayak uydurması kolay olmadı. 1990’dan 28 Şubat 1998’e kadar bir geçiş dönemi yaşandı. Türkiye aslında Yeni Dünya Düzenine çok çabuk ayak uydurabilirdi ancak İran Devriminin etkisiyle ‘Takiyeli Laiklik Düzeni’ ciddi şekilde sarsılmıştı, Kenan Paşa’nın Türk-İslam Sentezi formülü, İslami Hareketlerin önünü kesmek için yeterli bir argüman olmamıştı. Zira, Turgut Özal’ın aile fotoğrafıyla laik;  iç dünyası ve her fırsatta dini grupların önünü açan tavrıyla İslamcı duruşu,  Türk-İslam Sentezinde büyük yırtıklara yol açtı.

Bu filizlenmeyle, Yeni Dünya Düzenine giren İslami Hareketleri büyük bir tehlike bekliyordu. ‘Takiyeli Laiklik Dönemi’nden çıkmanın ve kendilerini daha özgürce ifade etmenin hesaplarını yapan cemaatleşme sürecindeki Anadolu’nun yerli, yerel tarikatları, dost bildikleri bir yerden hiç beklenmedik bir taleple karşılaştılar. Hançer hiç beklenmedik bir yerden saplanmıştı. O yıllarda, Takiyeli Laiklik Düzenine itirazı olan tek siyasi hareket olan Milli Görüş çizgisi; Türkiye’de İslam’ın sesi olsun, diye elleriyle kurdukları, tırnaklarıyla kazıyıp bugünlere getirdikleri Refah Partisinin Genel Başkanı Necmettin Erbakan, kendisine destek veren bütün cemaat liderlerine, o güne kadar bilinen ‘biat’ kavramını değiştirecek, bir çağrıda bulunuyordu: “Bundan sonra, bütün tarikat ve cemaat liderleri bana tabi olacak, bana tabi olmayan patates dinindendir, (yani dinden çıkmıştır.)” Erbakan’ın bu çağrısının arka planında üç temel esas vardı:

1.Asıl cihad, sandıkta yapılan cihaddır. Bütün dindarların asli vazifesi, sandık için çalışıp Milli Görüşü iktidara getirmektir. Milli Görüş, iktidara gelirse, Müslümanların hiçbir sorunu kalmaz.   

2. ‘Ben Fatih Sultan Mehmet isem, yani siyasi lider isem, bütün Akşemseddin’lerin(tasavvuf ehli) , Molla Gürani’lerin (fakih) bana tabi olması esastır. 

3.Ortadoğu’daki İslami Hareketler, beni halife seçtiler. Ben halife olduğuma göre, bütün Müslümanların bana tabi olmasından daha doğal bir sonuç olamaz.

Refah Partisi 'siyasi vaizleri' vasıtasıyla, bu söylemini kendisine kayıtsız şartsız destek veren cemaat mensuplarına hızlı bir şekilde yayıyor ve bu operasyonun sonucunda, büyük bir başarı elde edeceğini düşünüyordu. Aşırı zekadan ve çevresindekilerin ölçüsüz iltifatlarından burnunun önünü göremez hale gelen Necmettin Erbakan, parti içindeki polit büronun telkinleriyle, ‘Din Soslu Takiyeli Laiklik Dönemi’ni açmak ve bu dönemin tek lideri olmak istiyordu, böylece Takiyeli Laikçi Merkez Sağ’dan iktidarı alacağını düşünüyordu. Ne var ki, hiç beklenmedik bir sürpriz de Necmettin Erbakan’ı bekliyordu.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar