Yine, yeni, yeniden...

Yaşadığım can sıkıntısını sizlerden saklayacak değilim; 'kaset' sonrasında yapılan değerlendirmeler benim canımı müthiş sıkmaya başladı. Siyasetten soluk alıp soluk veren insanlar, bugünün siyasetinin parametrelerini hiç anlamamış gibi konuşuyorlar da ondan...

Şu sıralarda yaşadığımız olay, eskimiş lâflar ve pörsümüş ölçülerle tartışılıyor; özellikle boşalan koltukla ilgili spekülasyonlar giderek daha fazla 'a la 1999' olmaya başladı.

Oysa Türkiye 1999'un şartlarında değil bugün ve dünya da bugünün Türkiyesi'ni daha da değişmeye zorluyor...

CHP'yi barajda boğan büyük bir seçim yenilgisi ertesinde başarısızlığın faturasını ödemek üzere partisinin genel başkanlığından istifa etmişti Deniz Baykal 1999'da; Cevdet Selvi vekil genel başkan olarak CHP'yi kurultaya götürdü ve oradan 14 ay sonra yerlerini yeniden Deniz Baykal'a teslim edecek bir yönetim çıktı.

Deniz Baykal'ın farklı bir sebepten istifa ettiği günümüz ortamında da benzer bir senaryo sahneye konuluyor: Cevdet Selvi yine vekil genel başkan olarak kurultaya gidilecek ve bir süre sonra yerini yeniden Deniz Baykal'a teslim edecek bir yönetim oluşturulacak...

Plan bu, proje bu ve senaryo da bu...

Kusura bakmasınlar, ama hem kendilerine, hem Türk siyasi hayatına, hem de Türkiye'ye ağır bir yük getirecek bir yanlışlık yapmaya hazırlanıyor CHP'liler; burunlarını etrafı saran pis kokudan sıyırıp gözlerini başka ülkelerdeki siyasi gelişmelere dikseler, bugünün insanının dünkü tercihlerini değiştirdiğini ve kendilerinin yaya kalmaya başladıklarını görecekler...

Geçtiğimiz hafta İngiltere'de genel seçim, Almanya'da da nüfusun dörtte birinden fazlasının yaşadığı büyük bir eyalette yerel parlamento seçimi yapıldı... İngiltere'de 'solcu' İşçi Partisi, Almanya'da ise 'sağcı' Hıristiyan Demokrat Parti oy kaybetti. Aslında kaybeden ne sağdı ne de sol; her iki ülkede de seçmeni tatmin etmekten uzak olanlar kaybetti, 'yeniliği' temsil edenler ise umut verdi.

Her iki ülkede olan, aslına bakarsanız, 2002 yılından buyana yapılan her seçimde Türkiye'de yaşananın tekrarıdır. Kasım 2002'den Mart 2009'a kadar yapılan iki genel ve iki yerel seçimde oyların büyük bölümünün Ak Parti'ye gitmesinin en önemli sebebi, 'sağ-sol' kıskacından kurtulmuş ve sosyal politikalara önem veren değişimci bir parti olarak kendisini konuşlandırmasıdır.

Ak Parti'nin ve Tayyip Erdoğan'ın 'kaset skandalı'na verdiği tepki bile beklenenden farklı oldu; görmüyor musunuz?

Barack Obama ABD'de başkanlığı 'siyahi' olduğu için kazanmadı; tam tersine 'sosyal politikalar' eşliğinde 'değişimi' o temsil ettiği için -'siyah derili' olduğu halde- bugün Beyaz Saray'da rakibi değil de Obama oturuyor.

Dünyanın hemen her demokratik ülkesinde kendini tekrarlayan bir 'model' Türkiye'de biraz erken gerçekleşti, 2002 yılında; hangi ülkede seçim yapılıyorsa, dıştan zorlama da yoksa, o ülkede kimin önde çıkacağına verdiğim iki ölçüye uygunluk açısından yaklaşıp iddiaya girebilirsiniz: Sosyal politikalar... Değişim...

Siyasetin doğallığı içerisinde oluşan bu farklı zemine uyum sağlayamayanın ayakta kalması olağanüstü zor bugünün dünyasında; tarihin dışına itilmek öyle siyasiler ile siyasi partilerin kaderi âdeta... 1997 yılında 'sosyal politikalar' ve 'değişimi' İngiltere'de Tony Blair'in İşçi Partisi temsil ediyordu; 2010'da Gordon Brown'un İşçi Partisi ise kendisini o çizgiden uzaklaştırmıştı.

Önceki ve Sonraki Yazılar