Kolektivist Hapishane; Devlet

Bugünlerde sanki darbeci, asker-sivil bürokratlarla insanlık arasına sımsıkı gerdirilmiş bir ipin üzerinde yürümekte insanlar. İnsanlıkla uyumsuz çalışan kurum ya da güçlü, nüfuzlu kesimlerin gerdirdiği bir ip bu. Bir ucunun darbecilerde diğer ucunun özgürlükçülerde olduğu bir halat oyunundan bahsetmiyoruz. İnce, keskin ve bir o kadar da tehlikeli bir yol bu. Bilindiği gibi devlet yapısısı gereği insanlıkla uyum içinde işlev görmez. Çünkü insan özü gereği sürekli kendini geliştiren yenileyen ve gittikçe kendini aşan bir varlıktır. Örneğin “ben özgür bir birey olarak varım” demek devleti çıldırtmak için yeterlidir.

Hiçbir şey insanı dışarıdan dolaylı ya da doğrudan dayatılan duygu, fikir ve tavırlar kadar alçatamaz. Çünkü insan kendi arzu ve itkileriyle bizzat kendisinin ürettiği duygu, fikir ve tavırlarla insandır. Kime sorarsanız sorun bu böyledir. Mill’e, Bakuni’e, Humboldt’a, Atilla Yayla’ya hatta Mehmet Pamak’a… İnsan ruhunun iç yaşamından doğan her türlü değere aldırmadan yani insan yokmuş gibi davranarak talimatlarla, emirlerle ve dayatmalarla sadece mekanik bir nesne yaratmış olursunuz.

Devlet organizasyonuna tanrı kılıfı giydirildiğinde ve üzeri eğitimle sıvandığında artık ne insanı arayın etrafında ne adaleti ne de ahlakı… Devlet artık onu ele geçirenlerin elinde bir baskı ve zulüm aracına dönüşmüştür. Birey üzerinde tiranlık kuran bir Leviathan’a dönüşür. Güçlü, otoriter ve totaliter canavar devlet, doğal olarak insan doğasını yozlaştırır. İnsanın doğasının yozlaştığı yerde de kölelik başlar. Bu yozlaştırma, dağıtma insanı insandan uzaklaştırma devletlerin araç olarak kullandıkları okuldan başlar. Okul öyle bir yerdir ki orada neredeyse dayakla dans öğretilen hayvan muamelesi yapılır bireylere. Eğitim, eğitilme, eğitim süreci denilen şey budur. İnsan eğitilmez ona öğretilir çünkü. Türkiye’de işlev gören “derin milli eğitim”in ürünü bireylerin geliştirdikleri anlayıştan, tutum ve tavırlarından bunu anlayabilirsiniz.

Devlet organizasyonuna olumsuz bakanların sayısı azımsanmayacak kadar fazladır. Anarşistler başta olmak üzere devleti ortadan kaldırmaya dönük bir yığın teori ortaya atılmıştır. Örneğin 1851’de Proudhon, devlet idaresinin yerine endüstriyel örgütlenmeleri koyar. Humboldt ise devletin veya otokratik kurumlarının baskısı olmaksızın özgürce ortaklık kuran bir cemaat anlayışını dillendirir. Anarkosendikalist Ferdinand Pelloutier liderlerin ve yöneticilerin olmadığı bir yapının yaratılmasını savunuyordu. Ve soruyordu acaba devlet üretim ve tüketim ihtiyaçlarıyla sınırlı özgür bir örgütlenmeden ibaret olabilir mi? Devlet aygıtının ortadan kaldırılmasına dönük çok sayıda devlet karşıtı teori örnek olarak yazılabilir. Ne var ki bu teklifler ve tezler Martin Buber’in ifadesiyle sopaya dönüştürülmüş küçük bir ağacın yeşermesini ummak gibi bir şey.

Devlet organizasyonuyla ilgili en sağlıklı fikirleri hiç kuşku yok ki liberaller üretmişlerdir. Devletin gücünün sınırlandırılması gerektiğini ifade etmektedirler. Türkiye’deki kolektivist yapının kıl kaptığı bir mevzudur bu. Devletin gücünün sınırlandırılmasını mevzubahis etmek demek milliyetçi-muhafazakâr kesimin ciğerlerini sökmek demektir. Çünkü onlar hala at üstünde, bir elde bayrak diğer elde kılıç Bizans surlarının önünde kalmışlardır. Birey demek, insan hakları ve özgürlük demek Bizans surlarından atılan kızgın yağ kadar tehlikeli bir silahtır onlara göre. Devlet fetişizmi öylesine bir hal almıştır ki artık devletin tanrıdan pekte farkı yoktur. Bunun en güncel örneklerini devletçi anlayışı ciğerlerine iyice teneffüs etmiş bir takım sendikal örgütlenmelerde görmekteyiz. Hak arama bahanesiyle kurulan bazı sendikaların devlete zarar vermemek adına çok garip kararlar aldıklarını görüyoruz.

 Liberallerin devlet organizasyonuna bakışları çok farklıdır.

Rousseau “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür" der. Bunun için liberaller insan onurunun, özgürlüğünün ve haklarının devlet başta olmak üzere gücü elinde bulunduran otoritelere karşı nasıl korunacağının sorusunu sorar ve güçlü, nüfuzlu ve etkili kesimler karşısında insanı ve değerlerini savunurlar. LDT Din ve Hürriyet Araştırmaları Merkezi Direktörü Bilal Sambur hoca konuyla ilgili olarak; “Bireysel hak ve özgürlüklerin korunması için devlet gücünün hukukla sınırlanması gerektiğini merkezi fikir olarak savunan liberal düşüncenin aksine kolektivizmin dini ve din dışı versiyonları -İslamizm ve Sosyalizm dâhil- bu konuda suskundurlar. Kolektivist ideolojiler, insan onurunu, özgürlüğünü ve hakkını korumak için devlet gücünün hukukla sınırlanacağı düşüncesiyle uğraşmak yerine birey düşüncesinin bizzat kendisini ortadan kaldırmak için olağanüstü bir çabanın içinde gözükmektedirler” der.

LDT Kurucularından Atilla Yayla hoca ise meseleyi şu şekilde özetler; “Devlet fetişizmi bütün dünyanın ve bu toprakların ciddi bir problemidir. Devleti tanrısallıktan çıkartıp dünyevileştirmedikçe; velinimetimiz olmaktan uzaklaştırıp hizmetkârımız kılmadıkça; yetki ve imkânlarını sınırlayıp nasıl kullanıldıklarını sıkı sıkı denetlemedikçe ve çözsün diye devlete koştuğumuz birçok problemin ana, asıl, esas kaynağının ve sorumlusunun devlet olduğunu idrak etmedikçe, medenî ve müreffeh bir ülke olamayız.” (30 Ekim 2009 Zaman)

Bir ara kolektivist bir yapının unsuru olan Ali Bulaç’ın eteğine topladığı taşları bir bir atmasının ardından bu alanda ipe sapa gelmez bir yığın görüş ortaya atılmıştı.Netice itibariyle devletin insana dönük yaptığı her türlü müdahaleye çok ciddi analizlerle karşı duran liberallere haksızlık yapılmıştı.Daha doğrusu cahillik yapılmıştı.

Devleti ve onun kurumlarını kutsamak, korumak ve kör bir sadakatla bağlanmak insanı yozlaştırır. Gittikçe de artık ortada bir insan kalmaz sadece insan kırıntısı kalır. Bu süreçte ne kadar çok insan dersek ne kadar çok insan hakları ve özgürlük dersek o kadar  çok Allah’a yakın oluruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.