Eğitim Yolu ile Dönüşen Aile ve Toplum
Prof. Dr. Ali Rıza Abay Yeni Türkiye’de EĞİTİM YOLUYLA DEĞİŞEN AİLE VE TOPLUM u yazdı
Eğitim Yolu ile Dönüşen
Aile ve Toplum
Ali Rıza Abay*
1. Giriş
İnsanoğlunun üç ilişki biçimi vardır:
insan-insan ilişkisi, insan-tabiat (doğa) ilişkisi ve insan-tanrı ilişkisidir. İnsan-insan ilişkisi sonucu aile, eğitim ve yönetim kurumu oluşurken, insan-tabiat ilişkisi sonucu ekonomi kurumu oluşmakta ve insan-tanrı (ilah) ilişkisi sonucu da din kurumunun oluştuğu görülmektedir. Toplum da bu ilişkiler sonucu örgütlenen insanların birlikteliğinden doğmaktadır.
Toplumların/insanlığın en eski/kadim örgütlü biçimi de ailedir/aile kurumudur. Başka bir ifadeyle süreci geriye sardığımızda ilk aile olarak Hazreti Adem ile Havva anamıza kadar uzandığını görürüz. Onun için insanlığın/toplumların temelini aile kurumu oluşturmaktadır demekteyiz.
Toplumların temelini aile kurumu oluşturmakla birlikte, toplumlar sadece aile kurumundan da oluşmamaktadır. Onun için sosyal bilimciler toplumun aile, eğitim, din, ekonomi ve yönetim olarak beş temel kurum üzerine oturduğunu kabul ederler. Yeri gelmişken kurum kavramını da kişilere/bireylere bağlı olmaksızın varlığını devam ettiren sosyal olgu olarak tanımlayabiliriz. Bu beş temel kurum birbirinden bağımsız olmayıp aynı zamanda toplumların/insanlığın varlığının devamı için birbirleriyle ilişki içindedirler. Biz bu çalışmada aile kurumu ile eğitim kurumu arasındaki ilişkiden bahsederken bir taraftan da eğitim yolu ile ailenin ve toplumun nasıl dönüştüğünü ortaya koymaya çalışacağız.
2. Aile ve Eğitim Kurumlarının Ortak Noktaları
Aile ve eğitim kurumu birbirleriyle iletişim ve etkileşim içinde olurken aynı zamanda topluma dayanak sağlayan, toplumu besleyen, toplumun dinamizm içinde yeni-lenmesini sağlayan ve toplumda biriken bilgi, görgü, tecrübe ve değerlerin eski kuşaklardan yeni kuşaklara aktarılmasını sağlayan birer köprüdürler. Eğitim kurumu aile kurumu üzerine inşa edilirken, aile kurumu da eğitim kurumu tarafından beslenmektedir. Aile kurumu sahip olduğu bilgi ve tecrübeleri eğitim kurumuna aktarırken, eğitim kurumu da yeni bilgi ve gelişmeleri aile kurumuna aktarır. Böylece toplumsal gelişme ve dönüşüm sancısız bir şekilde gerçekleşir.
Aile ve eğitim kurumunun herhangi bir toplum içinde yerine getirmeye çalıştıkları fonksiyonlarına baktığımızda, toplumun varlığının devamını sağlayan ortak noktalarda kesiştiklerini görmekteyiz. Bu cümleden olarak ailenin biyolojik fonksiyonunu bir tarafa bırakacak olursak aile kurumu bireyin birincil sosyalleşme ortamını oluştururken, eğitim kurumu da ikincil sosyalleşme kurumunu oluşturmaktadır. Bununla birlikte ana hatlarıyla her iki kurumun ortak noktalarını şöyle sıralayabiliriz: Her iki kurum bireyin eğitilmesinde, değerlerin ve normların aktarılmasında, toplumsal kontrol ve düzenin sağlanmasında, bireye duygusal destek sağlamada, bireyin kimlik ve kişisel gelişiminde, bireye koruma ve bakım sağlama vb. hususlarda ortak noktalarının olduğunu söyleyebiliriz.
3. Toplumsal Yapılar, Aile ve Eğitim Kurumu İlişkisi
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız teorik bilgilerin daha iyi anlaşılması için kısa bir toplumsal çözümleme yapmamız gerekmektedir. Ana hatlarıyla toplumsal yapılar üç temel yapıya ayrılır: Muhafazakâr yapıya sahip toplumsal yapılar, reaksiyoner yapıya sahip toplumsal yapılar ve devrimci yapıya sahip toplumsal yapılardır.
Muhafazakâr yapıya sahip olan toplumsal yapıların özellikleri; İbni Haldun’un ifadesiyle yeni bir asabiyet ortaya çıkıp ortak amaçlar uğrunda birleşerek yeni bir örgütlenme ile yeni bir devlet kurarak etrafındaki tehlikeleri de bertaraf ettikten sonra zaman içinde yeni bir toplumsal yapı oluşur. Bu toplumsal yapının temel özelliği sağlam ilkeler üzerine oturmuş bir aile kurumu ve bu aile kurumunun temel ilkeleri ile örtüşen bir eğitim kurumunun oluşmasıdır. Bu iki kurum birbirini besleyerek sürtünmesiz bir toplumsal yapı oluşturur. Böyle sağlam bir toplumsal yapıya sahip olan toplumlar, yeni bir düzen arayışı içinde olmadıkları gibi yeni tehlikelere karşı da birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olduklarından enerjilerini gelişmeye, kalkınmaya ve büyümeye hasrederler. Muhafazakâr yapıya sahip olan toplumsal yapılara örnek olarak Osmanlı’nın kuruluşundan batılılaşma/modernleşme sürecine kadar gelen zamanı örnek gösterebiliriz. Reaksiyoner yapıya sahip olan toplumsal yapıların özellikleri; yine İbni Haldun’un ifadesiyle herhangi bir toplumda asabiyet zayıflarsa, ortak amaçlarda kırılmalar olursa, karşıtlıklar ve kutuplaşmalar olursa ve zamanla toplum içinde bazı kesimler yeni bir toplumsal düzen arayışına girerse ve durum çatışmalara kadar varırsa o toplumsal yapıya reaksiyonel toplumsal yapı diyebiliriz. Bu durumda toplumsal kesimler enerjilerini birbirleriyle çatışmaya harcadıkları ve birlik, beraberlik ve dayanışma da zayıfladığı için toplumsal gelişme, kalkınma ve büyüme de tehlikeye girmektedir. Bu durumdan da en çok mevcut aile ve eğitim kurumu zarar görür ve yeni bir aile ve yeni bir eğitim kurumu arayışları başlar. Reaksiyoner yapıya sahip olan toplumsal yapılara örnek olarak Osmanlı’nın batılılaşma sürecinden cumhuriyet dönemine kadar olan zaman dilimini örnek gösterebiliriz. Burada reaksiyona giren kesimler ana hatlarıyla batılılaşma karşıtları ile batılılaşma taraftarlarıdır.
Devrimci yapıya sahip olan toplumsal yapıların özellikleri; reaksiyona giren taraflardan bir grup diğer gruplar üzerinde hâkimiyet kurarak kendi ideolojik yapılarını ya da kendi dünya görüşlerini topluma hâkim kılmaya çalışırlar ve zaman içinde yeni bir toplumsal yapı oluşur. Bu yapının oluşmasında bazen güç kullanılırken, bazen de zamana yayılarak bir sosyal mühendislik projesi ile bazende her iki yöntem kullanılarak gerçekleşir. Bu yapının özelliği toplumun sahip olduğu mevcut temel değerleri değiştirerek yeni bir toplumsal yapı oluşturmaktır. Başka bir deyişle yeni bir toplum yaratmaktır(!).
Devrimci yapıya sahip olan toplumların bir başka özelliği de sürekli karşı devrim tehdidi ile karşı karşıya olmalarıdır. Bundan ötürü esas olan devrimin mantığını yerleştirmek olduğundan enerjilerini de devrimi yerleştirmeye harcadıklarından toplumsal gelişme, toplumsal kalkınma ve toplumsal büyüme ikinci plana düşmektedir. Hatta eğitim sistemini de devrimin tutunması ve yerleşmesi için bir araç olarak kullanırlar.
Güç kullanılarak yapılan toplumsal yapı oluşturma yönteminin en bilinen örneği 1917’de Vladimir Lenin liderliğinde BolIevikler tarafından gerçekleştirilen Bolşevik ihtilalidir. Rusya’nın önderliğinde 70 yıllık Sovyetler Birliği döneminde değişik kültürlere mensup milletleri bir potada eriterek yeni ve tek tip bir toplumsal yapı oluşturma projesi 1989 yılı itibarıyla dağılmaya mahkûm ve mecbur olmuştur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan yeni devlet ve toplumlar, Sovyetler Birliği’nin öngördüğü tek toplum olamadıkları gibi Sovyetler Birliği döneminden önceki toplumsal yapılarından da koptukları görülmüştür. Şimdilerde Sovyetler Birliği’nden ayrılan devlet ve toplumların geçmişe yönelik bir arayışın içine girdikleri de anlaşılmaktadır. Ancak Osmanlı sınırları içinde farklı gruplar reaksiyon içinde iken, reaksiyona giren grupların fark edemedikleri ya da fark etmiş olsalar bile mâni olmaları mümkün olmayan Birinci Cihan Savaşı başladı ve her üç tez de anlamsız hale geldi. Bu defa reaksiyona giren gruplar hep birlikte, en azından vatanın bir parçasını kurtarma telaşına düştüler ve hep birlikte bugünkü Türkiye coğrafi sınırlarını kurtarabildiler. Diyebilirsiniz ki, bu anlattıklarınızın aile kurumu ve eğitim kurumu ile ne ilişkisi vardır? Birinci Cihan Savaşı arkasından gelen Kurtuluş Savaşı’nda, savaşların doğal yapısından gelen zorluk ve sıkıntıların dışında toplumsal yapıyı ayakta tutan aile ve aile ocaklarını tüttüren erkekler savaş mağduru ve yorgunu olurken, toplumun bil-gi, görgü ve tecrübelerinin aktarıldığı eğitim yuvaları da akamete uğramıştır. Sonuç olarak Osmanlı’nın son döneminde reaksiyona giren her üç grubun da tezleri anlamsız hale gelmiştir. Ancak sonuç itibarıyla yukarıda iki gruba indirgediğimiz reaksiyona giren gruplardan birisi olan ba-tılılaşma taraftarları kazançlı çıkmıştır. Ziya Gökalp bu gerçeği “Türkler üç medeniyet dönemi geçirmiştir, Müslümanlıktan önceki medeniyet dönemi, Müslüman olduktan sonraki medeniyet dönemi ve Batı medeniyetine dâhil olduğumuz dönemdir” diye ifade etmişti ve yine Gökalp bu gerçeği bir başka biçimde de “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim” şeklinde ifade etmişti.
Bir sosyal mühendislik projesi ile oluşan toplumsal yapı oluşturma örneğine de kendi toplumumuzun son 250 yıllık geçmişini örnek gösterebiliriz. Gelişen ve gelişmekte olan ve modernleşen Batı karşısında durum değerlendirmesi yapan Osmanlı aydınlarının bir kısmı Batı karşısında geride kalmanın değişik sebepleri üzerinde durduktan sonra modernleşmenin batılılaşmak suretiyle gerçekleşebileceğine kanaat getirmeye başlamaları üzerine Batı’ya doğru yöneldikleri görülmektedir. Padişah Üçüncü Selimden başlayarak devam eden ancak Tanzimat Fermanı ile resmi hüviyet kazanan batılılaşma projesi yeni bir toplumsal yapı oluşturma gayretinin bariz örneklerinden biri olarak görülebilir. Osmanlı’da modernleşme/batılılaşma süreci Islahat Fermanı, Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluş yılları ve nihayet günümüze kadar devam eden bir zaman dilimini kapsamaktadır.
Bu sürecin biraz daha açıklanmasında fayda vardır; yukarıda reaksiyoner toplum yapısından bahsederken reaksiyoner yapıya sahip olan toplumsal yapılara örnek olarak Osmanlı’nın batılılaşma sürecinden cumhuriyet dönemine kadar olan zaman dilimini örnek göstererek reaksiyonun ana hatlarıyla batılılaşma karşıtları ile batılılaşma taraftarları arasında geçtiğini ifade etmiştik. Aslında bu kanaat doğru olmakla birlikte reaksiyona giren grupların iki grup ile de sınırlı olmadığını bilmemizde fayda vardır. Reaksiyona giren taraflardan bir grup bozulmakta ve dağılmakta olan Osmanlı toplumsal yapısının, Osmanlı toprakları sınırları içinde yaşayan ve farklılık gösteren herkesin aynı çatı altında tekrar toparlanmasını savunurken, bir başka grup da artık bunun mümkün olmadığını ancak Müslümanlardan oluşan bir toplumsal ve devlet yapısı ile mümkün olabileceğini savunmaktadır. Bir başka grup da farklılıklardan oluşan kesimlerin hatta ortak dine mensup olanların da Osmanlı’dan kopma temayülü gösterdiğini savunarak aynı dili konuşanların bir bayrak altında toplanarak bir devlet ve toplumsal yapı oluşturulması gerektiğini savunmakta idiler. Geriye dönük bir okuma yaptığımızda bu üç grubun da nispeti, içeriği ve yöntemi farklı olsa da her üç grubun da batılılaşmaya karşı olmadıklarını söyleyebiliriz. Peki bu durum bir çelişki değil mi diye de bir soru akla gelebilir. Bu konuda derin analizler yapılabilir ancak şimdilik şu kadarını ifade edelim ki, bu durumu o günkü Osmanlı’nın toplumsal yapısına bağlayabileceğimiz gibi yine o günkü iktidar mücadelesine de bağlayabiliriz.
4. Cumhuriyet Projesinin Temel
Özelliği, Eğitim, Aile ve Toplumsal
Yapı
4.1. Cumhuriyet Projesinin Temel
Özelliği Cumhuriyet tam bir modernleşme projesidir. Modernleşme deyince, modernleşmeyi de iyi anlamak lazımdır. Malum üç tip modernleşme vardır. Birincisi Batı’nın bizzat kendisinin modernleşmesi, ikincisi Batı dışı modernleşme üçüncüsü de benzemeye dayalı modernleşmedir. Türkiye’nin modernleşmesi ise benzemeye dayalı modernleşme olup batılılaşma olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz devrimci yapıya sahip toplumsal yapının özelliklerini hatırlamakta fayda vardır. Evet Türkiye devlet ve toplum olarak devrimci yapıya sahip bir toplumsal yapı özelliğine sahiptir. Ancak yeni Türkiye devlet ve toplum olarak bir ihtilal sonucu kurulmamış hatta büyük bir uzlaşı ile kurulmuştur. Ancak devlet ve toplum kuruluş yıllarında Batı medeniyeti içinde yer alma konusunda epeyce sancılı bir dönem de geçirmiştir. Konumuz cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki süreci tartışmak olmadığı için o tartışmayı tarihçilere bırakmakta fayda vardır. Sonuç itibarıyla Türkiye, devlet ve toplum olarak yeni yapısı ve şekliyle tarih sahnesine çıkarken Batı medeniyeti içinde yer almayı tercih etmiştir. Devlet ve toplum yeniden inşa edilirken kılık kıyafetten tutun da devletin yapısına ve işleyişine kadar her husus Batılı norm ve kurallara göre tesis edilmeye çalışılmıştır. Bu sürecin en önemli aracının da eğitim olduğunu ifade etmiş olalım.
4.2. Mevcut Eğitim Sisteminin
Fonksiyonu
Devrimci yapıya sahip olan toplumsal yapıların, devrimin mantığını halka kabul ettirmenin ve devrimin ilkelerini topluma ka-bul ettirmenin en geçerli aracı eğitim olduğu gibi gerek örgün eğitim ve gerekse yaygın eğitim yeni bir toplum yaratmanın(!) da temel argümanıdır. Onun için devletler eğitimnsürecinin belli bir kısmını zorunlu eğitim olarak uygularlar. Mümkün mertebe eğitimi de tek elden, devlet eliyle yönetirler. Amaç ise istendik tipte insan ve vatandaş yetiştirmektir. Geçmişten tevarüs eden Türk devlet geleneğinde, mesela Osmanlı eğitim sisteminde okullar devlete memur/Kalemiye yetiştirmeye matuftur. Bundan ötürü eğitim sistemi bir modernleşme/batılılaşma ajanı olarak kullanılmış olup bütün yenilikler okullardan yetişmiş eğitimli kesimler aracılığı ile hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet projesinin en önemli aktörleri de öğretmenler, memurlar, askerler ve bilim adamları özellikle de sosyal bilimcilerdir.
Yeni Türkiye’nin eğitim sistemi de bu anlayışa uygun olarak şekillenmiştir. Bu cümleden olarak 1739 sayılı kanunda Türk Milli Eğitiminin temel amacının da “Türk Milletinin bütün fertlerini, Atatürk inkılâplarına ve Anayasanın başlangıcında ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlâkî, insani, manevi ve kültürel değerlerinş benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;”şeklinde ifade edilmiştir. Görüldüğü gibi 1739 sayılı kanunun temel amacının ilk cümlesi “Türk Milletinin bütün fertlerini” diye başlayıp “Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;” şeklinde biten cümlelerinde istendik tipte insan ve vatandaş yetiştirilmek istendiği açık bir şekilde görülmektedir.
Muhafazakâr yapıya sahip olan toplumlarda eğitim, eski kuşakların yeni yetişmekte olan kuşaklara bilgi, görgü ve tecrübelerini aktarma süreci olarak uygulanır. Eğitim bir yandan toplumsal yapının devamına hizmet ederken diğer yandan da sancısız bir toplumsal değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Devrimci yapıya sahip olan toplumlarda eğitim yolu ile yeni bir toplumsal yapı oluşturmak amaçlandığı için geçmiş kuşakların birikimi önemsenmez ve yeni kuşaklar eski kuşakların bilgi, görgü ve tecrübelerinden mahrum kalırlar ve sancılı bir toplumsal yapı oluşur. Başka bir ifade ile muhafazakâr toplumlarda eğitim toplumun bir fonksiyonu iken devrimci yapıya sahip toplumlarda ise toplum, eğitimin bir fonksiyonu olarak kabul edilir ve uygulanır. Ülkemizde zaman zaman toplumsal kesimler arasında ortaya çıkan bazı sorunların temelinde eğitim sisteminden kaynaklanan sebepler olabileceği üzerinde de düşünmek gerekir. Oysa eğitim eski kuşaklar ile yeni kuşaklar arasında bir köprü olup toplumsal yapının uyum içinde devamına hizmet etmeli değil midir?
4.3. Mevcut Eğitim Sisteminin Aile
Yapısına Etkisi
Türkiye’de mevcut eğitim sisteminin aile yapısına etkisine biraz daha yakından bakacak olursak; bilindiği gibi aile birincil sosyalleşme ortamı olarak maddi ve manevi değerleri taşıyan en önemli toplumsal kurumdur. İkincil sosyalleşme ortamı olan eğitim kurumu da bir yandan aileden beslenirken diğer yandan da yeni bilgilerin öğretildiği ve çocukların kabiliyetlerinin keşfedildiği ve ona göre eğitildiği sosyal kurumdur. Ancak devrimci yapıya sahip toplumlarda yeni ve istendik tipte bir toplum tasavvur edildiğinden zorunlu eğitim süreci uzun tutulduğu gibi zorunlu eğitim sürecinin devamı niteliğindeki diğer eğitim süreçleri de çok uzun olmaktadır. Bu cümleden olarak, bugün Türkiye’de uygulanmakta olan 4+4+4 zorunlu eğitim süreçleri arasında bazı esneklikler olsa da bu zorunlu süreç oldukça uzundur. Türkiye’de ana okullarının yaygınlaştığını da düşündüğümüzde zorunlu eğitim sürecine ana okulu sürecini de dâhil ettiğimizde, zorunlu eğitim süreci daha da uzamaktadır. Ayrıca zorunlu olmasa da her aile çocuklarının yüksek öğretim almasını da istediğinden bu sürece iki yıllık ya da dört yıllık yüksek öğretimi de eklediğimizde genel olarak eğitim-öğretim süreci oldukça uzamaktadır. Bu süreç kız erkek farketmeksizin ortalama 22-24 yaşa kadar uzayabilmektedir. Devlet de toplumun bu ihtiyacını karşılamak için, vakıf üniversiteleri hariç her ile bir üniversite açmaktadır. Mevcut eğitim sistemimiz, çocukları/gençleri erken yaşlarda mesleğe yönlendirme açısından maalesef oldukça başarısızdır. Eğitim sürecinin uzun olması gençlerde çocukluk sürecinin uzamasına, aile bütçesine bağımlı hale gelmelerine, sorumluluk bilinci gelişmediği için hiçbir konuda sorumluluk almak istememelerine ve yaşları 18’i geçmesine rağmen kendilerini hâlâ çocuk olarak hissetmelerine sebep olmaktadır. Bu duruma rağmen yüksek okul ya da üniversiteyi bitirdiklerinde aldıkları eğitim onlara bir meslek kazandırmamışsa, yeni bir arayışa girmektedirler. Bu arayış yeni bir iş ya da yeni bir kariyer arayışı ise uzun olduğunu düşündüğümüz bu süreç daha da uzamaktadır.
Bu sürecin uzun olması aile kurumunu ve toplumsal yapıyı olumsuz etkilemektedir. Eğitim ve kariyer sürecinin uzunluğu gençler arasında evlilik yaşının uzamasına ve hatta evlilik sorumluluğundan uzaklaşmalarına, evlenseler bile çocuk sahibi olmak istememelerine, çocuk sahibi olmak isteseler bile bir çocuk, bilemedin iki çocuk sahibi olmayı yeterli görmeye başlamalarına sebep olmaktadır. Gözlemlerimiz göstermektedir ki, eğitim ve kariyer sürecinin uzunluğu yüzünden kızını ve oğlunu evlendiremediği için bazı sorunlar yaşayan aileler mevcuttur. Bu durum, gençlerin ailelerinden kopmalarına, yalnız yaşamayı tercih etmelerine de sebep olmaktadır. Ve yine gözlemlerimiz, son yıllarda ailelerinden ayrı tek başına yaşayan gençlerin sayısında artış olduğu istikametindedir. Görüldüğü gibi burada üzerinde durmadığımız diğer bazı sebeplerle birlikte mevcut eğitim sistemimiz aile yapımızı dönüştürmektedir.
4.4. Mevcut Eğitim Sisteminin Toplum
Yapısına Etkisi
Mevcut eğitim sisteminin aile yapısına etkisi her ne kadar bireysel ve ailevi bir sorun gibi görülse de toplumsal boyutu itibarıyla bireysel ve ailevi boyutundan çok daha büyüktür. Türkiye genç ve dinamik nüfus yapısı ile ön plana çıkan bir ülke iken bu vasfını kaybetmek üzeredir. İdeal olan bir ülkenin genç ve dinamik bir nüfusa sahip olması için doğum yapabilecek yaşta olan kadın başına düşen çocuk sayısının 3 olmasıdır. Bir ülke nüfusunun kendi kendini yenileyebilmesi için ise kadın başına düşen çocuk sayısının 2.10 olması gerekmektedir. 2023 TÜİK verilerine göre Türkiye’nin kadın başına düşen çocuk sayısının 1.51’e gerilediği görülmektedir. Bu demektir ki, bu verilere göre Türkiye ülke olarak nüfusunu yenileyemeyecek duruma gelmiş ya da gelmek üzeredir. Bu sorunun başta gelen sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz eğitim sistemidir. Çalışmamızı, eğitim sisteminin aile ve toplum yapısı üzerine odaklandırdığımız için nüfus yapısına etki eden diğer sebepler üzerinde durmuyoruz. Ancak şu kadarını da ifade etmeden geçmeyelim; göç, sanayileşme, şehirleşme ve istihdam alanlarının farklılaşması gibi sebepleri de hesaba katmamız gerekmektedir. Bütün bu şartlara rağmen Türkiye’de nüfus dinamizmine katkı veren iki faktör de son yıllarda önemini yitirmeye başlamıştır. Bu faktörlerden birisi Ankara’nın doğusundaki doğurganlık hızı, ikincisi de muhafazakâr ve mütedeyyin ailelerin doğurganlık hızı idi. Birinci faktör nüfus hareketleri ile önemini kaybederken, muhafazakâr ve mütedeyyin kesimin sekülerleşme sürecine girmiş olması ile bu faktör de önemini yitirmiştir.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri ve bu veriler üzerinden yapılan gelecek nüfus senaryoları büyük bir tehlikenin gelmekte olduğunu gösteriyor. Türkiye açısından nüfus meselesi beka meselesi haline dönüşmek üzeredir diyebiliriz. DemografI biliminin verilerini esas aldığımızda Türkiye’nin önümüzdeki 50 yıl içinde nüfus dinamizmi açısından önemli ölçüde değişikliğe uğrayacağı anlaşılmaktadır. Birinci senaryoya göre doğum, ölüm ve göç hareketleri dikkate alındığında Türkiye nüfusu 2030 yılında 88.2 milyon, 2050 yılında 93.7 milyon olacak, ancak 2100 yılında ise 77 milyonun altına düşecektir. İkinci senaryoya göre Türkiye nüfusu 2044 yılında en yüksek seviyeye ulaşacak ancak 2100 yılında ise 55 milyonun altına düşecektir. Üçüncü senaryo ise bu tablolar iyi okunup, başta eğitim sisteminin yeniden düzenlendiği, erken evlilik şartlarının oluşturulduğu ve doğurganlık hızını artıracak politikalar hayata geçirildiği takdirde ise 2056 yılında Türkiye nüfusunun 100 milyonu aşması beklenmektedir.
Bir başka ön görü ise yaşlı nüfusun beklenenin üstünde bir patlama yapma ihtimalidir. TÜİK verilerine göre 2023 yılında yüzde 10’un üzerine çıkan 65+yaş grubu oranının, 2050 yılında yüzde 23.1, 2075 yılında yüzde 31.7 ve 2100 yılında yüzde 33.6’ya ulaşması beklenmektedir. Toplumda aktif çalışma yaşındaki dinamik nüfusun oranı ise 2023 yılında 68.3 iken 2100 yılında bu oranın yüzde 54.6’ya kadar gerilemesi beklenmektedir.
Sağlıklı bir sosyal güvenlik sisteminde 4 ça-lışan 1 çalışmayana/emekliye karşılık gelmesi gerekmektedir. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’nin emeklilik ve sağlık sistemi de bu durumdan oldukça fazla olumsuz etkilenecektir diyebiliriz. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda vardır; günümüz dünyasında önce gelişmiş ülkeler, daha sonra da gelişmekte olan ülkeler topyekûn bir yaşlanma sürecine girmişlerdir. Gelişmiş ülkeler zenginleştikten sonra yaşlanma sürecine girdikleri için dışarıdan aldıkları göçler ve aldıkları diğer bazı tedbirler ile bu süreci atlatmaya çalışmaktadırlar. Türkiye örneğinde olduğu gibi gelişmekte olan ülkeler zenginleşemeden yaşlanacak olurlarsa çok büyük sorunlarla karşılaşmaları muhtemeldir. Yaşlı nüfusun üretimden kopmasının dışında sağlık ve bakım giderlerinin artması vb. sorunlarında bir aile ve devlet sorunu olarak görmemiz gerekmektedir.
Dünyada bazı ülkeler nüfusun azaltılması veya çoğaltılması konusunu gündemlerine alarak tartışmaktalar ve bu konuda bazı uygulamalar da yapmaktadırlar. Genellikle batılı ülkeler nüfusun çoğaltılması konusunda politikalar izlerken, Çin ve Hindistan gibi bazı ülkeler de nüfusun azaltılması konusunda politikalar uygulamışlardır. Batılı ülkeler hâlâ nüfusun çoğaltılması politikalarına devam ederken, örneğin Çin gibi bazı ülkeler de bir müddet sonra nüfusun azaltılması politikalarından vazgeçmişlerdir.
Meseleye Türkiye gerçeği üzerinden bakacak olursak; Türkiye olarak nüfus meselesini bir beka meselesi olarak görmeliyiz ve ona göre politikalar geliştirmeliyiz. Bana göre Türkiye’nin aktif ve dinamik nüfusa sahip olmasının iki temel gerekçesi vardır. Birincisi Türkiye jeopolitik konumu gereği bulunduğu coğrafyada ebet müddet kalabilmesi için aktif ve dinamik bir nüfusa sahip olmalıdır. İkincisi ise Türkiye yönetsel açıdan muhtemel bazı sorunlar yaşamaması için bölgeler arası nüfus yapısının da kontrol altında tutulması gerekmektedir.
Yeri gelmişken bir hatıramı da aktarmak istiyorum: Bundan 15 yıl kadar önceydi. Bir grup arkadaşla gezi gözlem maksadıyla Kırım’a gitmiştik. Bir akşam Bahçesaray’da kalacaktık. Konaklayacağımız mahalleye vardığımızda bizi karşılayanlar “dün akşam gelseydiniz burada kahraman kadınlar” programı vardı dediler. Biz de çok merak ettik neydiacaba kahraman kadınlar programı diye. Bizler, içimizden Kırım’ın bağımsızlığında öne çıkmış, bizdeki Nene Hatun ve Şerife Bacılar gibi kadınlar diye düşünmüştük. Ancak aldıĞımız cevap bizi şaşırtacak cinstendi. Dediler ki; biz kahraman kadın diye en az 7 (yedi) ve daha fazla çocuk doğurmuş annelere kahraman kadın deriz dediler. Meğer bir akşam önceki programda bu kahraman kadınlar ödüllendirilmiş. Sonra öğrendik ki, Kırım Türkleri, Kırım’da Ruslar ve Ukraynalılar karşısında nüfus olarak azınlıkta imişler ve nüfuslarını çoğaltmaları gerekiyormuş, bunu da kahraman kadınlar üzerinden gerçekleştirmek istediklerini öğrendik.
Bu hatıram ile yukarıdaki veriler birlikte değerlendirildiğinde ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum.
5. Toplumsal Değişme, Kadınların
Çalışması ve Annelere Yönelik
İstihdam Politikaları
5.1. Toplumsal Değişme Toplumsal değişme bireyin içinde olduğu ancak bireyin etkisi olmadan gerçekleşen ve aynı zamanda bireyi ve içinde bulunduğu şartları da değiştiren değişmedir. Ana hatlarıyla toplumlar, tarım toplumundan sanayi toplumuna, sanayi toplumundan da bilgi toplumuna doğru bir değişim geçirmişlerdir ya da geçirmektedirler. Tarım toplumlarında kollektif çalışma esas olduğundan aile de büyük ailedir. Sanayi toplumunda ise sanayininbyoğunlaştığı yerlerde şehirler kurulmaya başlayınca çalışmak için göç ederek gelenlerin oluşturduğu aile de küçük ailedir. Bilgi toplumunda da yine küçük aileler esastır. Ayrıca tarım toplumunda istihdam edilenlerde cinsiyet farkı yapılan işin çeşidine göre değişirken, sanayi toplumda da kas gücü gerektirmeyen işlerde cinsiyet farkı çok fazla göze çarpmamaktadır. Bilgi toplumunda ise bilgi ve kabiliyet ön plana çıkmaya başlayınca hizmet sektörü diye yeni bir çalışma alanı oluşmaya başlamıştır. Bu sektörde de cinsiyet farklılığı neredeyse ortadan kalkmıştır. Hatta kadınların lehine sayılabilecek bir avantajlı durum da ortaya çıkmıştır diyebiliriz. Örneğin eğitim ve sağlık alanında ve karşılama hizmetlerinde kadınların daha başarılı olduğu kabul edilir bir gerçek haline gelmiştir. Eğitim ve kariyer süreçlerini tamamlamış olan kadınlar çalışmak istediklerinde evlilik, aile kurma ve çocuk sahibi olmayı da beraberinde düşünmek mecburiyetindedirler. Kabul etmemiz gerekir ki bu süreç bir toplumsal değişim sürecidir.
5.2. Kadınların Çalışması ve Annelere
Yönelik İstihdam Politikaları
Kadınlar her zaman ve her dönemde çalışmışlardır, hatta erkeklerden de daha çok çalışmışlardır. Kadınların çalışması deyince, kadınların sadece ev dışında ücret karşılığı çalışmaları anlaşılmaktadır. Ev dışında ücret karşılığı çalışmayan ancak evde aile içinde çalışan kadınlara “ev kadını” denilerek sanki evde çalışırken katma değer üretmeyen bir kişi anlaşılmaktadır. Oysa kadınların evde yaptıkları işi dışarıdan birine ücret karşılığı olarak yaptırdığımızda evdeki kadının ne kadar katma değer ürettiğini daha iyi anlamış oluruz.
Kadınlar, elbette evde ya da ev dışında kendi kabiliyet ve becerilerini ortaya koymalıdırlar. Bilhassa eğitim ve kariyer sahibi olan kadınlar yaptıkları işlerde daha da başarılı olabilmektedirler. Kadınların evde ya da ev dışarıda çalışmaları konusu her türlü tartışmadan varestedir. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus, eğitimli ve kariyer sahibi kadının aile yapısına etkisi, aile içindeki konumu, anneliği ve toplumsal dinamizme olan katkısıdır.
Bilindiği gibi bütün canlılarda neslin devamı dişi üzerinden devam etmektedir, insanlar için de bu husus geçerli olduğuna göre,(kadın erkek eşitliği ve feminizm tartışmalarını bir tarafa bıraktığımızda) aile yapısı nasıl olacak, nüfus dinamizmi nasıl sağlanacak, nüfus kendini nasıl yenileyecek vb. sorulara cevap ararken, eğitimli ve kariyer sahibi kadınların özellikle de annelerin çalışma hayatı nasıl düzenlenecek sorularına da cevap aranmalıdır. Malum olduğu üzere tarım toplumunda kadın erkek birlikte çalışırken aile içinde çocuklar dâhil herkesin bir görevi ve sorumluluğu vardı. Ancak aile içinde dayanışma esas olduğundan yükü ağır olanın yükünü diğer aile fertleri üstlenerek onun yükünü hafifletiyorlardı. Örneğin kadın anne olduğunda ona yardımcı olunur ve çocuğu ile daha fazla ilgilenmesi sağlanırdı. Sanayi ve bilgi toplumunda küçük/çekirdek ailede ise karı koca çalıştığından kadın anne olduğunda ve kadın işte iken çocuğuna kim bakacak ve çocuğu ile kim ilgilenecek ve çocuğa anne şefkatini kim verecek? Bu durum hem anne için hem de çocuk için önemli bir sorun oluşturmaktadır.
Bu durum ile karşılaşacaklarını düşünen ve aynı zamanda aile dışında çalışmak isteyen özellikle de eğitimli ve kariyer sahibi kadınlar yukarıda da ifade edildiği gibi evliliğe ve anne olmaya soğuk bakmaktadırlar.
Oysa istisnai durumlar hariç her kadın evlenmek, yuva kurmak ve tabiatı gereği anne olmak ister ya da isteyebilir. Son yıllarda ülkemizde, yetersiz olmakla birlikte annelere yönelik bazı düzenlemelerin yapılmakta olduğunu memnuniyetle görmekteyiz. Ancak bu düzenlemeler yetersiz olduğu gibi özellikle de özel sektörde çalışan anneler için çok fazla bir anlam ifade etmemektedir. Zira özel sektör, kadınları işe alırken evli olan ve anne olmayı planlayan kadınları istihdam etmede oldukça çekimser davranmaktadır.Yukarıda Batı ülkelerinde nüfus artışına yönelik politikaların yürütüldüğünden söz etmiştik, buna paralel olarak Avrupa ülkelerinde farklı uygulamalar olmakla birlikte İsveç gibi bazı Batılı ülkelerde çocuk 8 yaşına girene kadar 480 gün ücretli ebeveyn iznini uygulanmakta, çoklu doğumlarda da çocuk başına 180 gün daha ilave edilmektedir. Aslında Türkiye gibi özel jeopolitiği olan ülkelerde annelere yönelik özel istihdam politikaları düzenlenmelidir. Bu politikalar da tamamen annenin ve çocuğun/çocukların özel şartları göz önünde bulundurularak düzenlenmelidir. Zira Türkiye en az savunma sanayiine yaptığı yatırım kadar kaliteli nüfusa da yatırım yapmalıdır.
6. Sonuç ve Öneriler
Aile ve eğitim birbirini besleyen iki temel toplumsal kurum olmasına rağmen, devrimci yapıya sahip toplumlarda eğitim uygulamaları ön plana çıkarak aile ve toplum yapısını değiştiren bir araç haline gelmektedir/gelmiştir. Türkiye devlet ve toplum olarak, cumhuriyet döneminde devrimci yapıya sahip bir toplumsal yapıya dönüşerek eğitim yolu ile yeni bir aile yapısı ve yeni bir toplum yapısı oluşturma sürecine girmiştir. Ancak eğitim yolu ile gerçekleşen bu değişim ve dönüşüm gerek aile yapısında ve gerekse toplum yapısında bazı sorunları da beraberinde getirmiştir.
Eğitim yolu ile gerçekleşen bu değişim ve dönüşümün sebep olduğu sorunların giderilmesi için aile yılı dolayısıyla bazı somut önerilerin kayda geçirilmesinde fayda vardır:
•
Eğitim sisteminin temel dayanağı tarihsel ve toplumsal gerçekler olmalıdır.
•
Eğitim sistemi eski kuşaklar ile yeni kuşaklar arasında bir köprü olmalıdır.
•
Eğitim ve öğretim planlanırken, aile yapısı, evlilik yaşı, nüfus dinamizmi, nüfusun kendi kendini yenileyebilmesi için başta zorunlu eğitim olmak üzere tüm eğitim öğretim süreçleri kısaltılmalıdır.
•
Çocuklara erken yaşta sorumluluk vermek için, erkenden işe başlayacak şekilde çocukların kabiliyetine göre meslek okulları çeşitlendirilmelidir.
•
Kadın iş gücü planlanırken kadınların anne olma ihtimali mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.
•
Halen kamu ve özel sektörde çalışmakta olan annelerin çocuklarına annelik şefkat ve merhametini verebilecek yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.