Neden Kral Çıplak değil de Kral Şeffaf?

Neden Kral Çıplak değil de Kral Şeffaf?

Habername’nin konuğu, Star gazetesinde haftalık siyasi röportajlarını hazırlayan, ayrıca köşe yazısı da yazarken siyasi bakımdan cesur ve dengeli duran genç kalemlerinden Fadime Özkan.

Habername’nin  konuğu, Star gazetesinde haftalık siyasi röportajlarını hazırlayan, ayrıca köşe yazısı da yazarken siyasi bakımdan cesur ve dengeli duran genç  kalemlerinden  Fadime Özkan.  Medyadaki  Nuriye Akman, Neşe Düzel ekolünün genç nesil temsilcilerinden olan Fadime Özkan, yeni piyasya çıkan ‘’Kral Şeffaf kitabıyla da gündemdeki bir isim… 

Önce kendinizden bahsetmenizi istesem; Ne kadar zamandır yapıyorsunuz gazeteciliği, özellikle de röportaj gazeteciliğini?

Eskişehirliyim. Kalabalık, neşeli, altı çocuklu bir ailenin kızıyım ve doğrusu gazetecilik, çocukluk düşüm değildi. Çocukluk düşüm önce astronot olmaktı. Türkiye şartlarında bunun pek mümkün olmayacağını idrak ettiğimde, hemen revize ettim hayalimi. Tamam, ben de pilot olurum, dedim. Sonra, olmadım tabi. Ama üç yıl önce, gazeteci olma “ayrıcalığı”nı kullanarak, Türk Hava Yolları’nı da bir nevi tehdit ederek, kokpitte uçtum. Harikaymış!

“Tehdit ederek” derken?

Şöyle: Kokpitte uçmak, orada tam olarak neler olduğunu bilmek, pilotları işbaşında görmek ve havada konuştuklarımızı yazmak istiyordum. THY basın müşavirliğini arayıp talebimi ilettim. Bekledim, bekledim, cevap gelmedi. Sonra onların programı bana, benimki onlara uymadı, şu oldu bu oldu derken yapamadık. Heyecanım tavsadı. Bir yılın ardından basın müşaviri Ali Genç’e bir e-mail gönderdim: “Şu amaçla kokpitte uçmak ve ayakları havada bir haber-röportaj yapmak istiyorum. Ben çok kararlıyım, siz de seçiminizi yapın. Kokpite ya gazeteci olarak gireceğim ya korsan olarak” diye… O uçuştan harika bir haber-röportaj çıkardık.

Alaylı değilsiniz değil mi, gazetecilik okudunuz sanırım?

Evet. Marmara Üniversitesi, İletişim Fakültesi, gazetecilik bölümü mezunuyum. Aynı üniversitenin sosyal bilimler enstitüsünde, iletişim bilimleri dalında yüksek lisans yaptım. 90’ların ikinci yarısıydı. 90’ların başında açılan ve yayın özgürlüğünü ölçüsüz hatta sınırsız, hiç kaygısız ve ilkesiz şekilde kullanan özel kanallar hem TRT’nin protokol haberciliğini, hem toplumun değerlerini kökünden sarsmış, herkesi sersemletmişti. Popüler kültür kelimenin tam anlamıyla patlamış, popüler kültürün kendisi, en popüler, en yüce “nesne” haline gelmişti. Merakım bu noktaya yoğunlaştı. Tez danışmanım rahmetli Ünsal Oskay’ın gözetiminde “Popüler kültürün özel kanalların haber bültenlerine etkisi” başlıklı bir tez hazırlayarak master derecesi aldım. Bu esnada zaten ben de bir televizyonda çalışıyordum.

Hangisinde?

Kanal 7’ye kuruluşunun hemen ardından girdim 1994 sonunda. Üç yıl boyunca yapımcı-yönetmen olarak kültür sanat, medya eleştirisi ve haber programları hazırladım. Büyük bir özveriyle, aşkla çalışıyorduk. Çok değerli insanlarla birlikte; Nabi Avcı, Cahit Koytak, Mustafa Kutlu, Ayşe Şasa gibi. Başka isimler de var tabi. Büyük bir heyecan, büyük bir inanç… Orada sadece “uçucu” televizyon programları hazırlamıyorduk, sanki bu işin şiirini yazıyorduk, romantiktik. Bu söylediklerimi o dönemin şartlarında değerlendirmek gerekir tabi. Bugün duruma, olaya, insana “reel” olan hâkim. O yıllarda “ideal” vardı, “hayal” vardı, bunun için “çaba” ve “dua” vardı. O üç yılda mesleğe, insana ve hayata dair çok şey öğrendim.

Gazetecilik nasıl başladı, fiili olarak?

Televizyondan ayrıldıktan sonra, 1999 sonuydu, Yeni Şafak’ta başladım kültür sanat muhabiri olarak. Yedi yıl boyunca kültür editörlüğü ve yazarlık yaptım, kitap eki çıkardım, haftalık röportajlar yaptım. 2006 sonunda, Alev Er beni Star’a davet etti, ben de icabet ettim. O gün bugündür Star’ın pazartesi röportajlarını yapıyor, Açık Görüş adlı fikir ekine katkı sunuyor ve artık haftada bir de köşe yazıyorum.

Röportaj gazeteciliği nedir tam olarak, gazetecilikten farkı nedir?

İkisinin de özünde “merak” yani soru var. Bir haberi sağlıklı şekilde oluşturabilmenin yeter şartı 6’dır, 5N1K olarak formüle edilen. Ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçin ve kim sorularının cevaplarıyla kotarılır bir haber. İşte, bu kadarı bana hiç yetmedi! Röportaj gazeteciliği de bana göre, bu altı soruyla yetinilmeyen alandır.

Röportaj gazeteciliğini seçme nedeniniz de bu öyleyse?

Aynen öyle. Merak, kuşku, soru, daha çok soru ve hatta sorgu, biraz anlama isteği, biraz kurcalama… Hem daha derine inme, hem daha etraflıca bilme, anlama isteği. Röportaj gazeteciliğinde bunlar var ve bunlar, konuştuğunuz konuya ya da kişiye daha fazla sokulmayı, evvelini ahirini bilmeyi, derinini anlamayı, mevcudu sebep-sonuç ilişkisi, doğal akışı içinde görmeyi falan sağlıyor. Hayata ve insana, dünyada olup bitene dair merakı çok şükür ki hala eksilmemiş, hala şaşırabilen, üzülebilen biri olarak gazetecilik, bu merakımı, meşru bir kılıfa sarabiliyor ve bana sınırsız soru sorabilme özgürlüğü tanıyor. Ne diyeyim, işimi seviyorum ve bin şükür olsun.

Röportaj yaptığınız kişileri nasıl ve neye göre belirliyorsunuz?

Kral Şeffaf’ta yer alan röportajlar dâhil, röportaj konuğunun o haftanın gündemiyle mutlaka bir ilgisi vardır, olmuştur. Gündemde hangi konu varsa, konuğum ya o konunun öznesi veya öznelerinden biri yahut uzmanıdır. Serbest çağrışımla falan değil bilakis, “kamuoyu bu konuyu kimden dinlerse en iyi şekilde etraflıca ve derinlemesine anlar, bu işi en iyi kim bilir” sorularının cevabı olarak bulunmuş isimlerdir konuşulan kişiler. Ya da konunun öznesidir. O yüzden her isim, iyi bir seçimdir aynı zamanda.

Röportaj bittikten sonra “bu röportaj olmadı” dediğiniz oldu mu hiç?

Bu dediğiniz şekilde yalnızca bir kere oldu, daha röportaj sürerken “Allah Allah” diye diye şişmişti zaten baloncuğum. Adını vermeyeceğim, bir özel üniversitenin doçent titrli bir hocasıyla, kendi uzmanlık alanını ilgilendiren bir konuyu konuşmak üzere gitmiştim. Bilinen bir isim değildi, ama kamuoyunun yeni isimleri tanıması, akademideki fikri zenginleşmenin genel kamuoyuna da yansıması gerektiğini düşünür, önemserim. Ama bu, belli bir “risk” de taşır, rekabetin yoğunluğu düşünülürse hele. Neyse, ben bu riski göze almış hocanın kapısını çalmışım. Konuşacağım konuya da mümkün olduğunca iyi hazırlanırım, konunun uzmanına soracağım, en doğru soruyu sorayım, tekrara ya da boşa düşmeyeyim, konuşmanın akışını, bütünlüğünü sağlam kurayım diye. Ben soruyorum, hoca diyor ki, bilmem ki, nasıl olmuştur. Soruyorum. Çok emin değilim, şimdi hatırlayamadım, galiba, belki de, kim bilir gibi cevaplar veriyor. Biz tarih konuşuyoruz bu arada! Yayınlamadım tabi. Bu, uç bir örnek ama nadiren de olsa “daha iyi olabilirdi” dediğim de olmuyor değil.

Neden Kral Çıplak değil de Kral Şeffaf?

Kral çıplak da olumsuz bir vurgu, hatta kral açısından ağır hakaret var da ondan. Benim konuklarım, onlara “kral” diyebileceğimiz kadar kendi alanında isim olmuş kişiler; popüler, ünlü, önemli, uzman isimler. Ve onları, o alanın önde gelen bir ismi, bir olayın aktörü ya da tanığı olarak tanımamızı sağlayan konuda, benimle konuşmayı kabul edecek kadar da şeffaflar aslında. Çıplak değiller ya da ben onları soymuyorum. Belki de o kişi, bu derece hafiflemek için uygun soruları beklemiştir. Belki gerçeğe gölge eden perdenin yahut maskenin düşme vakti ancak gelmiştir. Belki o noktada kral zaten çıplaktır biraz. Şeffaflığı transparan anlamında kullanmıyorum ama, bunu da söyleyeyim.

Röportaj esnasında insanları savunmasız görüyor musunuz?

Röportaj bitip teyp kapandığında, kendi usulünce tehdit eden yani “saldıran” bile oldu! Bu, savunmasız kalmış olmanın konforlu refleksi olabilir mi? Şunu girme, bu kısmını yayınlama, kendine dikkat et vesaire... Ama onları da bir yere kadar anlamaya çalışıyorum, kimi sorulara cevap vermek onlar adına zor olmalı. Hele de böylesi bir pozisyona gelinmişse. Tanımadığınız, belki ilk kez karşılaştığınız biri size, ardı ardına sorular soruyor, sıkıştırıyor, açık bulup bir daha soruyor falan. Üstelik savcı değil. Elindeki teypten güç alarak “kamuoyu yararına” hani neredeyse bir nevi “insanlık namına”, sizi sorguluyor! O yüzden, çok kıymetli meslek büyüğüm Alper Görmüş’ün ifadesiyle söylersem, gazetecilik gibi röportaj gazeteciliği de tam bir “temas ve mesafe” mesleği. Kişiye ne kadar sokulup neyi, ne kadar, nasıl ve ne için soracağınız çok önemli. Vicdan konforuna düşkün biri olarak, bunu çok ölçüp tarttığımı ve kendimce bir altın oran belirleyip riayet etmeğe çalıştığımı söyleyebilirim.

 

Kitapta Merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile yaptığınız röportaja da yer vermişsiniz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından konuşmuştuk onunla. Partisinin gençlik kollarından eski yeni kimi isimlerin bir şekilde işin içinde görünmesine genel başkan olarak ne diyor, cinayet hakkında ne düşünüyor öğrenmek için gittim Ankara’ya. Hatta hastaydım ama yine de yapmak istedim röportajı. O ise ısrar etti, sizi bir hastaneye götüreyim, yorulmayın, röportaj sonra da olur diye… Onu biraz bunaltmış olmama rağmen, sabırla, güler yüzle, sözümü kesmeyerek ve sesini hiç yükseltmeyerek konuştu. Allah rahmet etsin. Partisinin ve partili gençlerin kirli, kanlı bir oyunun içine çekilmeye çalışıldığını söylüyor, anlamaya ve parti tabanını kontrol etmeye çalışıyordu. Şüpheli ölümü bile, bu röportajın içerdiği, Rahmetlinin anlatmaya çalıştığı hava koşulları dâhilindedir bence. Diğer röportajlar gibi onun röportajı da, ülkenin içinden geçtiği çok önemli bir döneme bir olay özelinden ve Yazıcıoğlu’nun prizmasından bakma imkânı sunduğu, puzzle’ın önemli bir parçasını oluşturduğu için yer alıyor kitapta.

Bu kitabı hazırlamadaki amacınız nedir?

Tam da bu… Yani, her insanda, hepimizde yaşadığımız hayatın, dönemlerin, o dönemin siyasetinin sosyolojisinin psikolojinin dilinin havasının suyunun ruhunun etkisi, izi var. Biraz da böyle böyle biçimleniyor, yaşadığımız dönemi de bir şekilde biçimlendiriyoruz. Bizi biz yapan ya da bir vakit sonra “tarih” olan olaylar olgular durumlar gelip geçiyor ya, geçip gitmesin istedim. O insanların sözleriyle zaman bir dursun, bu kitapta iki kapak arasında sabitlensin istedim. Habercilik vakanüvislik değil mi zaten?

Aynı fikirde olduklarınızla mı yoksa karşıt fikirde olduklarınızla mı röportaj yapmayı tercih ediyorsunuz?

Böyle bir tercihim yok açıkçası, hiç olmadı, böyle bir lüksüm olduğunu da hiç zannetmem. Ben gazeteciyim, gerçeğin ortaya çıkmasına, anlaşılmasına yardımcı olmak gibi bir sorumluğum var, bu anlamda ‘tarafsızım’. Ama şunu söyleyebilirim samimiyetle; her iki durumda da farklı farklı lezzetleri olabiliyor konuşmanın, baharatların yarattığı farklar gibi.

Kitapta Hrant Dink’in iki röportajına yer vermişsiniz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Var: Emaneti sahibine teslim etmek. Kendini bize emanet etmiş tedirgin bir güvercinin, hepimizin gözleri önünde ve gayet organize şekilde öldürülmüş olmasından büyük üzüntü ve utanç duyuyorum. Ağır vebal hissediyorum. Bu vebal, bu utanç hepimizin, bu ülkenin. Gerçek katillerin hala organize şekilde korunuyor olması da bunu katmerliyor ayrıca, kahrediyor. İki röportajını da kitaba almak istedim çünkü ona bir iftira atılmıştı ve o, yana yakıla Türklere hakaret etmediğini anlatmaya çalışıyordu. Dertliydi, kavruk bir Anadolu çocuğuydu. Neticede su çatlağını buldu, bu topraklara karıştı ama onun sözü de bana emanetti. Kayda geçsin, kimse es geçemesin istedim.

Bu kitabın dışında ne gibi projeleriniz var ya da Fadime Özkan neler yapmayı planlıyor?

Malum, Türkiye’nin en acil, beklemeye tahammülü olmayan meselesi Kürt meselesi. Asırlık bir mevzu olmakla birlikte son beş yılın değişmez gündem maddelerinden biri ve ben de bu konuda çok sayıda röportaj yaptım. İlk etapta, geçen sürecin, yaşanan evrelerin, gelinen noktanın kayda geçmesi, derlenip toplanması amacıyla Kürt meselesi röportajlarından oluşan bir seçme kitap hazırlıyorum. Bir iki ay içinde yayınlanmış olur inşallah. Sonrasında yine Okur Kitaplığı’yla bir deneme kitabı hazırlığımız var. Daha uzun vadede gönlümüzden geçense hem gazeteci kitapları, hem edebi çalışmalar. Nasipse. Bakalım… 

Kaynak:Haber Kaynağı

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.