Alıçlı Tarla…

O sene Ramazan ayının başlangıcı Temmuzun dördüncü haftasına rastlamış ve orucun ikinci onbeşinden itibaren de arpa, buğday ve nohutların hasadına başlanmıştı. Bizim oralarda hasat edilecek nohut ya da kuru fasülye vb. hububatın hasadı için (tabi kasabada ismine “pakla” denilirdi, bir de “gavur paklası” vardır ya o başka bir bitki türü) “… yolma vakti gelmiş” denilirdi. Demek ki 1979 yılında Ramazan ayı nohutların yolma zamanına rastlamıştı. İşte bizler de nohut yolmak için sahur vaktinde evden yürüyerek olarak yaklaşık üç kilometre ilerideki tarlaya gidiyor ve saat 11:00 ila 12:00’e kadar çalışıldıktan sonra tekrar yaya olarak -tabi adım atmaya mecalimiz kalmamış bir halde-, adeta ayaklarımızı sürüye sürüye eve geri geliyorduk. Neden bu kadar yorulduğumu merak edenler için yazayım, nihayetinde henüz 12 yaşlarındaydım…

Nohut ekilen tarlanın büyüklüğü yaklaşık 40 dönüm civarındaydı. Bunu da 400 kg nohut ekilmiş olması hasebiyle tahminen söylüyorum. Yanılıyorsam konuyu bilenlerin düzeltmesini bekler ve memnun olurum. Arazi kıraç tabir edilen, doğal su kanalıyla ya da yağmurlama sistemiyle sulaması olmayan, sadece o yıl ne kadar nasibi varsa gökyüzünden dökülen yağmurla bitkilerin büyüdüğü mıntıkadaydı. Burası, Hurman Köyü topraklarından gelen asıl kaynağı Tanır Kasabası’nda olan Hurman Çayı’ndan alınan ve adına Beylik Arkı (bu su kanalına da mahalli tabirle “Balik Argı”) denilen yerin üst tarafındaydı.

Bahse konu bölgede olduğu gibi nohut ekilen bu tarlanın ne kendisinde ne de komşu mıntıkada ağaç bulunmazdı. Bunun tek istisnası ise koca arazinin üst tarafında, Berçenek Köyüne giden toprak yola yakın kısmında, kendi halinde gölgesi var ile yok arasındaki tek Alıç ağacıydı. Öğle vaktinin sıcağında gölgelenmek isteseniz, güneş ışıklarını seyrek yapraklarıyla kapatamadığı için arazinin alt tarafından ta üst başına kadar sıcakta yürümenize değer mi değmez mi bir türlü karar veremeyeceğiniz bir uzaklıktaydı.

O günlerde nohut yolarken hiç kimsenin eldiven kullandığına şahit olmamıştım. Oysa sert topraktan tek tek topladığımız nohut bitkisinin, kurumaya başlamış ve bu arada tadı da ekşi olan sapları, bir taraftan da adeta ellerimizin derisini yırtardı. Çalışanların elleri nasırlaşır hatta ara ara derin yarıklar oluşur ve o yerlerde zaman zaman kanardı da. Ellerimize nohut saplarından koruyacak tek malzememiz olan eski çorapları takardık. Çorabın topuk kısmı başparmakların çıkacağı büyüklükte açılır, diğer dört parmak çorabın içinde kalır ve böylece ellerimizi sert nohut dallarından nispeten korunmuş olurduk.

Nohutlar tek tek toplayıp, belli bir büyüklüğe ulaştırıp adına “horum” denilen biçimde, öbek öbek adeta kocaman bir lahana büyüklüğünde yığınlar oluşturulurdu. Bu öbeklerin kendi aralarında ortalama bir mesafesi de bulunurdu. Nohut horumlarının birbirlerine olan mesafesi, ne 2-3 metre gibi çok yakın ne de 8-10 metre gibi uzak olurdu. Horumların ortalama büyüklükleri de “anadut” denilen sapı bir kürek sapının bir buçuk katı uzunluğunda ama daha kalın, altta birbirine paralel iki çatal ile üst tarafından alttaki dallardan daha kısa olmayan üçüncü bir dalın bulunduğu, el yapımı edavat ile tek seferde kaldırılacak ağırlıkta olurlardı.
Arazideki nohutların toplanması Ramazan ayının da etkisi ve Ağustos sıcaklarının temmuzun yirmisinden itibaren başlaması nedeniyle öyle kolay tamamlanacağa benzemiyordu. Tabi bir taraftan uykumuzun en tatlı yerinde, gecenin yarısında kalkıp alelacele pişirilen çay ile genellikle yanında yumurta ve peynirden ibaret sahur yemeği sonrasında, uykulu gözlerle istemeye istemeye tarlaya doğru yürürdük. O zamanlar yürüdüğümüz yol sanki bir ömür bitmeyecekmiş gibi gelirdi çocuk halimizde. Tarlaya varıldığında, şöyle güneş doğuncaya kadar bir saat gibi uyumamıza izin verilse herhalde dünyalar bizim olurdu. Böyle bir kaçamak uyku belki de Ramazan ayı boyunca ya bir kez kısmet olur yahut hiç olmazdı.

İlk üç gün sahurda gidip, saat 12.00’de güneşin tepemizi yakacak şekilde yaklaştığı sıcakta çalışmayı bırakıp kendimizi eve zor atmıştık kendimizi. Ancak bu şekilde çalışmakla koca tarlanın işi öyle kolay biteceğe de benzemiyordu. Evde çalışabilecek 4 kişiydik ve en küçükleri de bendim. Bu hasadın başka şekilde bitirilme imkan ve ihtimali olmadığı için biraz da bana acıdıklarından olsa gerek “oruç tutma” işini askıya aldırdı bizimkiler.

Tabi bu da başka bir sıkıntıyı beraberinde getiriyordu. İkindiye kadar çalışmak. Oysa benim için ne doğru dürüst içecek bir su yahut yiyecek bir yemek vardı yanımızda ne de dinlenme imkan ve ihtimali. Aslında sabah kahvaltısını sahur vaktinde yapıyor, öğle yemeği diye yanımda getirebildiğim için iki domates-salatalık dışında belki akşamdan kalan bulgur pilavı yahut makarna bulunuyordu azığımda. Bir de oruç tutmamış olmanın verdiği huzursuzluk ve oruçlu iken esirgendiğim adeta kollandığım zamanlarım da hiç kalmıyordu.

Öte yandan oruçlu olduğum böyle vakitlerde eve geldiğimde, bir leğene su doldurup, paçalarımı diz kapaklarıma kadar sıvayıp ayaklarımı suya batırmış olmama rağmen bir türlü susuzluğum azalmıyordu. Adeta ayaklarımın soğuk suya değmesiyle leğendeki su da ısınıyordu. Biraz dinlenince uyku basıyor ve bu kez bir saat kadar evin serin bir yerinde uyumaya çalışıyor ama çoğu kere hiç uykum gelmese de bazan da göz kapaklarımın ne ara kapandığını fark edemiyordum bile…

Sanırım bu şekilde çalışmamız yaklaşık üç hafta devam etti ve nihayet işimiz bitti. Araziye o sene pek yağmur yağmadığı için olsa gerek nohutlar yeterince gelişmemişti. Hasat etmeye çalıştığımız bitki, her dalında iki bilemedin üç tanesi olan boyu bir karışı geçmeyen fidelerden öte bir şey değildi. Toprak sahibinden icarladığımız (kiraladığımız) arazinin bideri yani tohumu da bize aitti. Ve yine tarlanın traktörle sürülmesi, nohutun ekilmesi, toplanması yani hasadı, kabuklarından ayrılması yani harman işi gibi tüm işleri kiracı olarak biz yapmak zorundaydık. Bizim yörede bu sadece bizim için değildi ve usul de böyleydi zaten. Ancak o yıl ekilen nohutun yarısını toprak sahibi alsa da geriye kalan yarısına da bir komşumuzla biz ortaktık.

Nohutun traktör römorkuyla arazinin orta yerine taşınması, orada tahtahıya verilmesi, (bu düzenek harman zamanında rüzgarın olmadığı zamanlarda kol gücüyle çalışan taneyi saplarından ayıran bir çeşit harman makinası idi) yani kabuklarından ayrılması sonrasında ölçüldüğünde 800 kg olduğu görüldü. Böylece onca zahmete ve orucu terk etmeme değmemiş ve ektiğimiz kadar nohut biz kiracılara kalmıştı. Tabi ödediğimiz başkaca masraflar da işin çabası. Ha, unutmadan yazayım. Elde edilen samanın da yarısı size aitti.

Hasat neticesinde işçi olarak başkalarının tarlasında çalışsak alacağımız ücretle kârlı çıkacaktın aslında. Oysa şimdi sadece nohut ekiminden elimizde sadece saman kalmıştı. Bu ise aynı sürede çalışsak elde edeceğimiz yevmiye bedelinden pek düşüktü doğrusu.

Aradan onca zaman geçtikten sonra halen bu ekim işiyle ilgili olarak aklımda kalan, ramazan ayının tamamını oruçlu geçirmeyişim dışında küçük kardeşimin, nohut yolarken ara sıra tarlaya geldiğinde, büyüklere “sizin şu kırk dönüm araziye nohut ekme işiniz bizi mahvetti” demesiydi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum