ALLAH YASAKLADIĞI İÇİN Mİ KÖTÜDÜR, KÖTÜ OLDUĞU İÇİN Mİ YASAKTIR

 Daniel Defoe’nin yazmış olduğu, çoğumuzun çocukken okuduğu  Robinson Cruose kitabının orijinali 12. yüzyılda Endülüslü bilim adamı İbn-i Tufeyl tarafından yazılmış olan  Hayy bin Yakzan kitabında ana karekter olan Hayy’ın  bir süre sonra Yaratıcı fikrine düşünsel ve sezgisel bir süreçten geçerek ulaştığını görmekteyiz.

İnsanın doğruyu bulma sorumluluğu nerede başlamakta ve nerede bitmektedir? Bazı filozoflar  “insan hakikatı bulmakla değil aramakla mükelleftir” diyorlar.  Hakikat kavramının anlamı; ucu bucağı olmayan bir konu…

Kur’an,  kitabın ilkelerinin (mesajlarının-öğütlerinin) “bir  hatırlatma” olduğunu bize söylüyor. Bu ayeti iki şekilde anlayabiliriz;

1-Kur’an’ın mesajının geçmiş toplumlara da daha önce defalarca ulaştırılan mesajlardan  bir farkı olmadığı konusunun altı çiziliyor.

2– Bu ayet aynı zamanda insan yaradılışında insan beynine doğuştan yerleştirilmiş olan bir inanç ve ahlaki prensipler bütününün olduğu konusuna  dikkat çekiyor. (İnsanın fıtratı yani yaradılışına yapılan bir atıf)

Hiçbir dini telkin altında kalmasa da insanın kendi kendini sınırlama yeteneğinin olmasına işaret eden bir durumla karşı karşıyayız.

Henüz ahlaki telkinleri almamış çocukların yalan söylediklerinde ya da bir insana zarar verdikleri zaman pişmanlık yaşadıklarını görüyor olmamız şaşırtıcı bir durum olsa gerek…

 Tüm toplumlarda hırsızlığın, yalan söylemenin, adam öldürmenin, sahtekarlığın,  zalimliğin, uyuşturucu madde kullanımının, örneklerini çoğaltabileceğimiz bir çok davranışın “yasak olmasını” yada “hoş karşılanmamasını” ne ile açıklayabiliriz?

Bu durumu, tarih boyunca gelmiş olan ve toplumları dönüştüren peygamberlerin ulaştırdıkları ilahi mesajların sonunda toplumların şekillenmesi olarak mı düşünmeliyiz? Yoksa zaten insan yaratılışında doğuştan var olan insan beyninin içine kodlanmış olan inanç ve ahlaklı olma özelliğinin tezahürü (yansıması) olarak mı değerlendirmeliyiz?  

Yakın zamanda medeniyetle hiç tanışmamış olan bir takım kabileler bulundu. Bu kabilelerin de bizimle “ortak  ahlaki prensiplere” sahip olmalarını nasıl  açıklayabiliriz?  

Ahlak konusunda çok  büyük eleştiriler alan modern batı toplumlarının toplumsal düzenlerini dini bir temele dayandırmıyor olmalarına rağmen dinin özünde olan bir çok konuyu ön plana çıkarmalarını ve bu prensiplere göre  hareket etmelerini (en azından ilkesel olarak bunu doğru kabul ediyor olmalarını) örnek verilebiliriz. “İşkencenin yasaklanmış olması”, “din-vicdan özgürlüğünün” temel ilke olarak kabul edilmesi, “sosyal devlet” anlayışının benimsenmiş olması, “insan hakları” konusunda temel standartlara göre hareket edilmesi gibi…

Kur’an, salih amelden bahsediyor. Zekatın Kur’an’ın indiği dönemde devlet tarafından toplanıyor olduğunu hepimiz biliyoruz. “Zekat” kurumunun modern devlet sisteminde “vergi” sistemine evrildiğini görüyoruz. “Salih amel” kavramının yansımasını insanlık yararına çalışan “sivil toplum örgütlerinde”  görebilmek mümkün…

Her din üç ana temel üzerine oturur. İnanç… İbadet ve Ahlak.. Her dinin bir “inanç” sistemi vardır. Bu inancı devamlı ve sağlam tutabilmek ayrıca Yaratıcıyı yüceltmek için bir “ibadet” sistemi mevcuttur. Tüm bunların sonucunda da  “ahlaklı” bireylerin yaşadığı bir toplum yapısının oluşturulması hedeflenmiştir.

Burada sorulması gereken en önemli soru şu: Dinler olduğu için mi ahlaklıyız yoksa din olmasa da insan doğuştan ahlaklı bir varlık mı ?

İnsan, doğuştan yaradılışında bulunan ve beyninin içine yerleştirilmiş olan inanç ve ahlak ilkeleri ilen örtüşen bir sistemle karşılaştığı zaman bu sisteme tabi oluyor.  Aksi halde insanın içinde olmayan bir değerler ve inançlar sistemine inanmasını, yeri geldiğinde inandığı değerler için kendini feda edecek kadar bu sisteme bağlılık hissetmesini akıl ve mantıkla izah edebilme imkanına sahip değiliz. 

Yani karşılaştığı inanç ve değerler sisteminin ilkelerinin etkileyiciliğinden çok kendi içinde doğuştan var olan sistemle uyum içinde olduğu için bu kadar kesin bir inanç söz konusu olabiliyor.

Bu konuya; Kur’an’da Firavunun sihirbazlarının bir anda iman etmelerini  ve o anda ölümü göze alabilmelerini örnek gösterebiliriz. 

Oysa inanç ancak zaman içinde insanı  dönüştürebilme özelliğine sahip değil midir?

Tabiki yukardaki örnek insanın bazı olağanüstü mucizelerle karşılaştığı zaman mutlak bir imana sahip olabileceğini bize gösteriyor

Kur’an’ın 23 sene gibi uzun bir zaman diliminde inmesinin en önemli hikmetlerinden biri de insanın ve toplumun ancak zaman içinde değişebileceği gerçeği değil midir ?

Firavunun sihirbazlarının, normal bir insanın çok uzun bir sürede kat edebileceği mesafeyi çok kısa bir zaman dilimi içinde aşabilmelerinin en önemli nedeninin karşılaşılan mucizenin insanda yarattığı sarsıntının büyüklüğü olduğuna şüphe yok.

Burada akıldan çıkartılmaması gereken en önemli konu; söz konusu mucizenin işaret ettiği inanç ve değerler sistemiyle insanda doğuştan var olan sistemin birbiriyle uyum içinde olmasının birincil dereceden etkili olması…

Bu konu benzer şekilde; Eski Yunan filozofları tarafından da “Allah tarafından yasak kılınan eylemler kötü oldukları için mi yasaklanmışlardır yoksa yasaklandıkları için mi kötü olarak algılanmaktadırlar?“ ana  başlığı altında tartışılmış.  

Biz buna üçüncü bir ihtimal ekleyecek olursak, Allah tarafından yasaklanan davranışların tamamı insan yaradılışına ters gelecek bir ahlaki kodlama yapıldığı için bize “kötü” gelmektedir?  

Yoksa yasak kılınan hiçbir şey yasak olmayabilirdi. Bu tamamen tasarımın bu şekilde olmasından kaynaklanmaktadır.

 

  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum