Allah’tan ümid kesilmezdi, hele ciğerin olursa..

      «Muhsin Yazıcıoğlu kayboldu! Burnuma pis kokular geliyor... Bir iş var bu işte... Planlı bir şekilde öldürdüler, şehid ettiler onu...»

     Kaza sonrasında yazacağım ilk yazıya bu şekilde başlayacak ve ağzımı açıp gözümü yumacaktım. Çok kızmıştım. Öyle ki, kızgınlığım üzüntümü bastırıyor, hiçbir muhakeme yapamıyordum...

     Sonra yüce Rabbim sekinetini ihsan etti de akl-ı selîm ile düşündüm: “Allah’tan ümid kesilmez, bekle bakalılm, henüz erken” dedim.

     Aslında geçen her saniye büyük bir gecikmeydi o kar ve tipide, o nâkıs (eksi) 20 derecelere varan soğukta. Yine de benim o kızgınlık dolu sözleri sarfetmem için erkendi vakit.  

     İktidardakilerin merhum Muhsin Yazıcıoğlu’na olan muhabbetini de yakînen biliyordum.. Yazıcıoğlu, 12 Eylül mağduru bir davâ adamıydı ve 28 Şubat duruşu ile de Recep Tayyip Bey ve tüm millî çizgidekilerin yüreklerini fethetmişti...

     Devlet elinden geleni yapıyordu. Demek ki mukadderat böyleydi. “Erdoğan veya Gül olsaydı” diye yazan Kemal Bozkurt Bey’e de öyle dedim: “Kemal Bey kardeşim, mukadderat denilen birşey var, vakit henüz çok erken...”

   "Issız gecede ben hicránı düşündüm/ Sensiz geçen ömr-i perişan-ı düşündüm/ Beyhude-i aleme gark-ı canı düşündüm/ Hep, háke düşen sine–i cánánı düşündüm.”

     Mecidiye Kruvazörü Süvarisi Mehmet Bey'in oğlu olduğu için “kaptanızáde” olarak anılan Ali Rıza Bey’in bestelediği bir Nihavend Aksak şarkının[1] sözleri bunlar... Bir tv kanalında, Murat Bardakçı eline tamburu alıp tarihçi İlber Ortaylı hocaya karşı icra edince öğrendim..

     Muhsin Bey ve arkadaşlarının müessif hadisesinden sonra geceler hep ıssız oldu, hep hicránla geçti... Hasseten o ilk iki gece. Helikoptere bir türlü ulaşılamayan o iki ıssız ve hicránlı gece bütün Türkiye’yi kahrediyordu... Uykusuz kaldık, ağladık ve bir yandan da hep “bu işte bir iş var” dedik...

     Sonra arama – kurtarma (!) çalışmalarında saatler ilerledikçe, ben dahil hepimiz anladık ki, devletin kudret ve imkânlarının mukadderat karşısında boynu kıldan inceydi... Ve galiba Kemal kardeşim haklıydı... Birileri Muhsin Bey için bir işler çevirmiş olabilir, arama faaliyetlerin ciddîyet ve süratle başlamasına engel olunmuş olabilirdi... Nitekim İçişleri Bakını Beşir Atalay da bunu itiraf etti en sonunda...

     Sonra bu tür düşünceler giderek haklılık kazandı. Zira enkaza tam 48 saat sonra o da yöredeki köylüler tarafından ulaşılabilmişti...

     Yine de ben hálâ işin suçlusunu iktidar ve binaenaleyh hükûmet olarak düşünmüyorum. Bu onların boyunu aşan bir tezgah! Yahu iktidarın boyunu aşacak kadar büyük bir tezgah ne olabilir? Muhsin Bey’in seçim arafesinde öldürülmesi Ergenekon taifesi için en mükemmel tezgahtır, ileride bunun delilleri de ortaya çıkacaktır...

     Köylüler enkaza ulaştığında önce 4 sayısını verdiler. Sonra 5 diye düzelttiler. Daha sonra birileri yine telefon bağlantısı kurdu bunlarla. Ve nihayet akşam saatlerinde AKUT timleri enkaza ulaştığında tam 6 ceset sayılmıştı... Ve bu durumda tüm ümidler kesildi... Binde bir de olsa yüreklerde saklanan o samimi ümid yerini tam bir kedere terketti...

     Fakat sabah saatlerinde bir ara ortalık yeniden karıştı...

     Devlet, yaptığı resmî açıklamada sadece 4 ceset olduğunu, biri Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere iki kişinin hálâ kayıp olduğunu söylüyordu... Oysa sonradan öğrendik ki, kayıp olan sadece IHA muhabiri İsmail kardeşimizdi..

     Yüreklerde yeniden bir ümid ışığı belirdi. Bu kez en imansızlar bile “bir mucize olabilir, Muhsin hayatta olabilir” demeye başladılar... Mucize değil keramet aslı. Mucize Peygamberler içindir ve hatem ül enbiya (son Peygamber) olan efendimizle bitmiştir.

     Neyse.. Zaten ümidi kaybetmek doğru değildir. Müslümancası; hiç değildir. Yusuf Sûresini okuyun.

     Yakup (a.s)’ın ağzından (onun ifadesi olarak) bir âyet var:

يَا بَنِيَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللَّهِ ۖ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ

     «Yâ beniyyezhebû fe tehassesû min yûsufe ve ehîhi ve lâ te’yesû min revhillâh(revhıllâhi), innehu lâ ye’yesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn(kâfirûne)

     «Oğullarım, gidin, Yusuf’la kardeşinden bir haber arayın. Allahın rahmetinden (de asla) ümidinizi kesmeyin. Zîrâ (hakıykat şudur ki), kâfirler güruhundan başkası Allahın rahmetinden ümidini kesmez».

     Amenna ve saddakna... Hiçbir itirazımız olamaz buna...

    Fakat bu birinci ihtimaldi. Yani yüce Allah dilemiş, dünyadan nasibini kesmemiş ve bir şekilde onu kurtarmış olabilirdi... Ama ikinci bir ihtimal daha vardı... Başından beri burnumuza pis kokular geliyordu...

     Meselâ ilk akşam internete düşen bir haberde NASA’dan yardım alan bir Türk, orada görevli bir arkadaşının verdiği bilgiye göre enkazın bulunduğu yerde üç (canlı) vücut sıcaklığı algılandığını söylüyordu. Bunu kimse kal’e almadı o sırada... (keşke alsalardı)

     Cenazeler getirildi, tüm ümidler bitti. Artık Kur'ân okuma, helalleşme vakti idi. Ama ben asıl şimdi, bu işin içinde büyük bir mel’ânet olduğu kanaatindeyim.

     Ergenekon’cu takımın her türlü pisliği yapabileceğini düşünüyorum ben. İşin başındakiler jandarma değil mi? (Jandarmamızı kötülemek değil gayem, sakın yanlış anlaşılmaya. Ben Jitem’leri kuranlardan bahsediyoum.)

      Televizyonların helikoptere ulaşan köylülerle telefon temasından sonra bile dünyanın zamanı boşa harcandı. O dağ şartlarında yaşabilmek için en fazla (çok iyi giyimli ise) iki, bilemedin üç saatiniz vardır... Sonra ölümcül uyku...

     Burnuma pis kokular geliyor ve içim daralıyor... Bu mesele fevkalâde mühim! Devleti göreve dâvet ediyorum. Yazıcıoğlu’nu şehid ettiler diyorum. Kıyamet gibi karine var... Allah aşkına, zerre kadar samimiyeti olanlar bunu iyice araştırsınlar.

     Bilgiler devlete ulaştırılsın. Gebermeden önce son kurşunu sıkan kötü kovboy gibi Ergenekoncular da giderayak Muhsin’i mi hedef aldı acaba? Başbakan Meclis soruşturmasını açacağız diyor. Açsınlar.

     Ey yüceler yücesi, yegane Kerîm ve Muîn olan Allah.. Şehidlerimizi sonsuz rahmetinle kuşat.

     Ve ey Azizünzüntikam! İntikamımızı al. 29 Mart 2009


[1] Tek zamanlı 'aksak' (ikiye bölünemeyen, dolayısıyla yürürken topallatan) ölçüler Batılıların yüzyıllarca meçhulü olarak kalmıştır. Bu yüzden, klasik kalıpları aşan özgür müzik anlayışına yakın cazcılar, Türk musikisinin çeşitli Aksak usulleri karşısında büyük bir hayranlık içindedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.