Teslime Gülsen NURDOĞAN

Teslime Gülsen NURDOĞAN

AYNA

 

Bu yazıyı kitap okumaktan ve ders çalışmaktan bunaldığım bir günde yazıyorum.

Az önce, ‘’Tefekkür Vakti’’ adlı bir kitaba baktım. Bu ders kitabı değil içinde çeşitli düşünce yazılarının bulunduğu bir kitap. Kafamı dağıtmam lazım, zira bir yıl boyunca alışık olmadığım sorumluluklar beni hastalandırmaya başladı. Zorunlu okumaları sevmiyorum. Bu yüzden de ders kitapları beni yordu. Okuduğum dersler bereket ki ilgi alanıma giriyor yoksa işim daha da zor olacaktı.

Ders çalışma ortamından biraz uzaklaşmam lazım dedim ve kitaplıktan rastgele seçtiğim Tefekkür Vakti kitabını okumaya başladım. Kitap beni özlediğim düşünce dünyasına götürüyordu. İçinde şöyle bir yazı vardı.

‘’Beş yaşında idim. Babaannem rahmetli pirinç ayıklıyordu.Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyor. Çocukluk işte, ‘aman babaanne’ dedim. Bir pirinç tanesi için bu kadar çaba harcamaya değer mi?’ Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı. Öfkeyle doğruldu. ‘Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun’ dedi. ‘Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?’

Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim. Bir yazı okuyorum. Birden irkildim. Babaannemi hatırladım.

Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.

Kitaptaki bu yazı bana da babaannemi hatırlattı. Ben de küçükken seksek oynuyorken üstünden atladığım bir kitap yaprağı için babaanem,

‘’Kitabın üzerinden atlama’’ demişti. Kur’an ve dini kitaplara olan hassasiyetini bildiğim için, ‘’Bu Kur’an değil, öylesine bir kitap sayfası’’ demiştim. Babaannem, ‘’Olsun. Öyle de olsa bir kitap sayfasının üzerinden atlama’’ demişti. Bu onun ilme ve kitaba duyduğu hürmetinin bir göstergesiydi.

Büyükannelerimiz, dedelerimiz kıymetli bilgilere haiz insanlardır. Güngörmüş insanlardır. Hayatın tecrübe ve imtihanlarıyla sınanmış ve böylece  pişmiş, olgunlaşmışlardır. Onların hayat tecrübeleri vardır.

Bu kez Tefekkür Vakti kitabında Cahit Sıtkı’nın her okuyuşta duygulanabildiğim  Otuz Beş Yaş şiiriyle karşılaştım. Her mısrasında ayrı duygular yaşadığım bu şiirin bu kez şu dizeleri alıp götürüyordu beni.

‘’Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?

Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz

Ya gözler altındaki mor halkalar

Neden böyle düşman görünürsünüz

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar..’’

Şair bu şiirde ‘’Yaş otuz beş, yolun yarısı eder’’ der. Öyleyse biz bu yarıyı geçmişiz. Dolayısıyla şairin bu yaşta yaşadıklarını fazlasıyla yaşıyoruz. Yaşlandığıma hayıflandığım sanılmasın. Aksine yaşlanmayı sevenlerdenim ben. Çocukken de büyümeyi çok severdim. On yaşımdayken yirmili yaşları, otuzlu yaşları merak ederdim. O zaman hep ileriye bakıyorduk, şimdi geriye bakıyoruz. Geriye bakmak hüzünlendirse de güzel. Geçmiş yıllarımız acısıyla, tatlısıyla güzel. İşte yaşlanmak, bu acıyla tatlının harmanlanmış hali. Ve bu yüzden güzel şey yaşlanmak. Yani hala bir çocuk gibi büyümek.

‘’Hayata beraber başladığımız

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir

Gittikçe artıyor yalnızlığımız…’’

Büyüklerimizde kıymetli bilgiler vardır. Alınıp saklanması lazım. Bir yerlere yazılıp kaydedilmesi lazım.

Babaannem ne zaman bir iki kadınla bir araya gelse onlara güzel nasihatler ederdi. Ben o zaman bir çocuktum ama belki de o nasihatlerin en iyi dinleyicisi idim. Benimle de özel olarak ilgilenirdi. Sırf bana özgü sohbetleri vardı. Belki en kıymetli şeylerini benimle paylaşıyordu. Çünkü iyi bir dinleyicisiydim. Seveniydim, hayranıydım.

Hiç unutmadığım sözlerinden birisi de ayna ile ilgiliydi. Malum, çocukların sıkı bir diyaloğu vardır aynalarla. İri bir aynanın önünde dilini çıkartmış bir çocuğu ya da dişlerini sırıtarak kendini inceleyen bir çocuğu görmüşsünüzdür muhakkak. Bu onların kendi kendilerini tanımaları için en iyi yöntemdir. Babaannem aynayla ilgili şu sözleri söylemişti. ‘’Aynaya bakarken Peygamberimize salavat getireceksin. Sonra gül koklarken de Peygamberimize salavat getireceksin.’’ Sonra arkasından ilave etmişti. ‘’Çünkü gül, Peygamberimizin kokusudur.’’

Gül koklarken salavat getirmeyi anlamıştım da aynaya bakarken neden salavat getirecektik?

Bu sözler benim uzun uzun düşünmeme sebep olmuştu. Öyle uzun düşündüm ki hala düşünüyorum.

Hala düşünüyorum; Efendimiz aleyhisselamın aynaya bakarkenki duasını. ‘’Allah’ım yüzümü güzel yarattığın gibi ahlakımı da güzel eyle.’’ dediğini. Efendimiz aleyhisselam saçlarına güzel kokular sürüp tarar, giyim ve kuşamına çok dikkat ederdi. Çok güzel konuşması yanında tertip, düzen anlayışı da en üst seviyede idi. O ruhen güzel olduğu kadar cismen de güzeldi.

Şaban ayının içinde olduğumuz şu günlerde Peygamberi zişanı salatü selam ve her türlü ihtiramla hatırlayalım. Sahih bir kaynaktan onun güzel ahlakını okuyup öğrenelim. Kararmış ruhların, bunalmış gönüllerin onu hatırlamaya ihtiyacı var. Saf ve temiz gönüllerin daha da berraklaşması için onu tekrar tekrar hatırlamasına ihtiyacı var. Onu anmakla acılar diner, dertler, belalar bertaraf olur.

Hem onu anmak lazım, çünkü Allah’ın emridir. Ahzab suresi 56. Ayette,

‘’Allah ve melekleri Peygambere salatü selam ederler. Ey iman edenler siz de ona salatü selam getiriniz.’’ buyrulmaktadır.

Oniki Haziran Perşembe  akşamı Berat kandili. İslam aleminin Berat kandili mübarek olsun. Ayrıca yukarıda adını ve hatırasını zikrettiğim babaannem 1997 yılının Berat kandili ertesi gününde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Akşam üzeri yatağında uyur vaziyette vefat etti. Allah rahmet eylesin.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum