Mehmet ŞAHİN
ÇIRA IŞIĞINDA BÜYÜYEN ÇOCUKLAR
Bizim köyde geceler, gökyüzü dolunayı unuttuğunda bir kefen gibi kararıp üzerimize çökerdi…
“Zimfîrî karanlık” derdik biz ona.
Sanki yeryüzü bir anlığına terk edilmiş, ışık kendini mağaralara saklamış, insana yalnızca sabır, tevekkül ve sessiz bir teslimiyet bırakmıştı.
Türkiye’nin pek çok köşesi çoktan elektriğin nûruyla tanışmış, evler ışıktan bir bayrama dönmüştü.
Ama bizim köy, kaderin tecellisi midir bilinmez, medeniyetin kapısına el sürmeden kendi zamânında kalmayı seçmiş gibiydi.
Bir gün köyümüzün latîf dilli bir amcası şöyle demişti:
“Hz. Âdem bizim köye inse vallahi çok severdi. ‘Aynı bıraktığım gibi… Hiçbir şey değişmemiş’ derdi.”
Bu söz, hem bir hiciv, hem bir hakikat, hem de köyümüzün özetiydi aslında.
Bir teneke parçasında yanan medeniyet
Bizim ışığımız çıraydı.
Bir teneke kutu… Azıcık gaz… Kıvrılmış siyah bir fitil…
Lakin bu mütevazı alevin gönlümüzde tutuşturduğu medeniyet ateşi, bugünün led ışıklarından çok daha nurluydu.
Çıra, evimizin gezen dervişi, göçebe âlimi, sessiz bekçisiydi.
Tuvalete onunla gider, dersimizi onun titrek aydınlığında okur, kapı aralığından esen rüzgârdan onu kollardık.
Ev içinde başka hiçbir şey onun kadar geziyordu:
Ne söz, ne eşya, ne insan…
Herkes yerli yerinde durur, yalnız çıra dolaşırdı.
Dışarıdan bakıldığında köy tamamıyla karanlıktı.
Bir yabancı yaklaşsa, “Burada hayat yok galiba…” derdi.
Oysa o karanlığın içinde biz vardık:
Sabırla yoğrulmuş anneler, çile görmüş babalar, hayal kurmayı bilen çocuklar…
Yaz geceleri: Damlar bizim gökkubemizdi
Yazın sıcağında çıranın titrek nefesi içeride kalır, biz damlara çıkar, gökyüzünü yorgan bilir, rüzgârı yastık eder uyurduk.
Köyün tek traktörü ise bizim için hem seyis, hem kervan, hem düğün atı, hem medeniyetin mecalsiz ama kıymetli nişanesiydi.
Kasasına biner, toza bulana bulana başka köylere gider, gürültüsünü bir melodi gibi dinlerdik.
Mutluluk dediğin şey, o zaman, traktörün kasasında sallana sallana gitmekti.
Yıldız mı uçak mı? Bizim çocuk aklımız ayırmazdı…
Damın üstünde uzanırken gökyüzünde bir ışık süzülürdü.
Kimi “yıldız kaydı” derdi, kimi “yok yok, bu uçak.”
Biz ise hayretle sorardık:
“Bir yıldızın içinde insan olur mu?”
“Uçak dediğin nasıl bir mahlûktur?”
“Onun gittiği yere biz de varabilir miyiz?”
Bizim için uçağın gittiği yer, hayallerin atlasıydı.
Biz yıldızı uçak sandık;
bugünün çocukları ise uçağı bile sıkıcı buluyor.
Biz göğe bakardık, onlar ekrana.
Biz hayal kurardık, onlar sıkılır.
Bizim yıldızımız vardı; onların şarj yüzdesi…
Isınmanın adabı ve yokluğun vakarı
Bizim şöminemiz yoktu.
Bizim ocak, duvarın bağrına oyulmuş topraktan bir dilimdi.
Ateş yanar, köz kızarır, çaydanlıklar ağır ağır tütmeye başlardı.
Ateş sönünce herkes kalın yorganına sarılırdı.
Geceyi sabrederek geçirirdik; çünkü sabır, o zaman hayatın mayasıydı.
Bazı evlerde alt katta hayvanlar, üst katta insanlar yaşardı.
Keçinin sıcaklığı, insanın bedenine kadar yükselirdi.
Şimdi bir genç bunu duysa irkilir.
Biz irkilmezdik.
Hayat böyleydi; herkes birbirine yaslanırdı.
Buzdolabı yoktu ama kanaat vardı
Et kesildiyse hemen tüketilir, yoksa kurutulurdu.
Biberler, patlıcanlar yazdan kışa sarkardı.
Nenemin tandır ekmeği günlerce dayanır, kimse israf etmezdi.
Bugünün çocuklarına bunu anlatsak,
daha yarısına gelmeden telefona bakarlar.
Zira onların sabrı yok; hız onların yeni kıblesi olmuş.
%100 Şarj Meselesi: Bir Medeniyetin Çöküş Hikâyesi
Biz çıranın ışığında büyüdük;
onlar ekran ışığında…
Bizim ışığımız rüzgârda titrerdi;
onların ışığı %100’den %99’a düşünce panik olurlar.
Bizim şarjımız yoktu ama sohbetimiz vardı.
Onların şarjı var ama birbirlerine tahammülleri yok.
Biz ışığı paylaşırdık;
onlar interneti paylaşmaz.
Biz yokluğun terbiyesinden geçtik;
onlar varlığın hoyratlığıyla sınanıyor.
Bir gün bir gence dedim:
— “Evladım, biz çırayla ders okurduk.”
Bana şöyle cevap verdi:
— “Hocam, ben loş ışıkta ekranı göremiyorum.”
İşte medeniyet farkı budur.
Eski çocukla yeni çocuğun muhavereye durduğu an
— “Biz yıldızı uçak sandık evlat.”
— “Ben uçakta Wi-Fi yoksa inmeyi düşünüyorum.”
— “Biz traktör kasasında düğüne gittik.”
— “Ben arabada tablet çekmeyince sıkılıyorum.”
— “Biz toprak ocakta ısındık.”
— “Ben klimayı 24’e alınca üşüyorum.”
Bizim sabrımız vardı.
Onların sabrı yok.
Bizim beklentimiz azdı.
Onların beklentisi ne kadar çoksa huzuru o kadar az.
Günümüzün ışığı çok, yüzü az
Bizim köyde ışık yoktu ama yüzler vardı.
Selam vardı, bakış vardı, hürmet vardı.
Bir kapı çalınır, “Buyur” denir, çay koyulurdu.
Bugün ışık çok…
LED çok…
Ekran çok…
Ama yüz az, gönül az, merhamet az.
Elektrik gidince insanlar birbirine bakmayı hatırlıyor;
elektrik gelince herkes yine kendi karanlığına dönüyor.
Son söz: Çıra bir ışık değil, bir terbiye idi
Bugün bütün ışıklar sönse, biz yine bir çırayı yakıp hayata devam etmeyi biliriz.
Çünkü bizim medeniyetimiz kablolardan değil, sabırdan, kanaatten, dayanışmadan yapılmıştı.
Ve böyle zamanlarda o amcanın sözü kulaklarımda yine çınlıyor:
“Hz. Âdem bizim köye inse, ‘Ben burayı böyle bırakmıştım… İnsanlığınız bozulmamış’ derdi.”
Biz karanlıkta büyüdük,
ama içimiz kararmadı.
Çünkü o karanlık, yıldızların bize daha yakın olduğu bir geceydi.
Çıra ise, bütün yokluklara rağmen yanmaya devam eden küçük bir ümitti.
Ve nihayet… bu satırları okuyanlara
Eğer bu hikâyeyi okurken
içinizin bir köşesi sızladıysa,
çocukluğunuzun kokusu burnunuza geldiyse,
dedenizin sesi kulağınıza geldiyse,
annemin çorba tenceresinin sessiz kaynayışını hatırladıysanız…
Bilin ki:
Biz aynı neslin evlatlarıyız.
Aynı çıranın önünde ısındık,
aynı gökyüzüne bakıp hayal kurduk.
Ve bu satırları okuyan gençler…
Size de bir sözüm var:
Bugün sahip olduklarınız,
bizim bir zamanlar hayalini bile kuramadığımız nimetlerdir.
Ama unutmayın:
Işık çoksa insan körleşir.
Yoksulluk değil, rahatlık insanı tembelleştirir.
Teknoloji değil, tahammül insanı olgunlaştırır.
Ve medeniyet, fişe takılan şey değil;
yürekte taşıdığınız terbiyedir.
Kıymetini bilin.
Zira biz bir çırayla büyüdük;
siz bir çırpıda kaybedebilirsiniz.

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.